Hepimiz top gibi yuvarlanıp gidiyoruz.
Sistem içinde bir oyana bir buyana habire dönüyoruz. Hepimizin düşlediği insanca yaşamı kendi
hayallerimizle süslüyoruz. Aslında
düşlediklerimizin birçoğunu da pratikte yaşama geçiremiyoruz. Aldığımız aylık
boğaz tokluğuna talim ettirdiği için bizler düşler denizinde istediğimiz limana
habire kulaç atıyoruz. Ama o limana erişmek gerçekten zor.
Hepimizin düşlerinde iyi bir işimizin
olmasını isteriz. Sigortalı, işimizin garantili olmasını isteriz ve can
güvenliğinin olmasını isteriz. Hep isteriz ama çoğunlukla duygularımızı birçok
emekçi arkadaşımızla paylaşamayız. Çünkü işçi sınıfının bilincini tam olarak
kavramış değiliz. Kavrayamadığımız için çözümünü de bulamayız.
Sömürüyü, artı değeri, emeği anlatan
kitaplardan kaçını okumuşuzdur? Güncel politikalarla, sorunlarımızla yakından
kaç kere ilgilenmişizdir? Sınıf dayanışmasında grevde ya da hak arayan
emekçilerin yanında dayanışma amacında kaç kere bulunmuşuzdur?
Sizlere bir anımı paylaşayım: Yıl
1976- 1977 arasında İzmir’in Karabağlar semtinde un makinesi yapılan yerde
çırak olarak çalışmaya başladım. Etrafı tuğla yığma ile yapılmış tavanı ise
tahta çatıdan, üstü kiremitle kaplanmış yerde kaynağı, demir kesimini
öğreniyordum. Girer girmez iş yerinde kısa zaman içinde kim kimdir? Kim
patronun dalkavuğudur? Öğrendim. Benim
çalıştığım atölye de on kişiye yakın işçi vardı. Aynı semtte benim çalıştığım
firmaya bağlı diğer atölyede sayıca fazla çalışan işçi arkadaşlar vardı. Zamanla
çalışan işçilerin CHP’li, MHP’li, AP’li, MSP’li olduklarını öğrendim.
Ben günde gidiş geliş toplam dört tane
otobüs değiştiriyordum. Öğle yemeğini ekmek arası ne olursa evden götürüyordum.
Sizler hiç ekmek arası fasulye, ıspanak, nohut yediniz mi? Ben çok yedim. İlk
günlerde yarım ekmek götürüyordum ama karnım doymayınca bütün ekmeğe talim
etmeye başladım. Aldığım aylık asgari ücretten azdı. Ben bir çıraktım ve asgari
ücretin altında maaşım olduğu için elimde, avucumda hiç para kalmıyordu. Diğer
ustalarım dolgun dedikleri maaşı alsalar da, ne kadar dolgun olduklarını yemek
paydosunda anlatıyorlardı. Eve şunu alamadım. Bunu şu kadar kısarak borç içinde
aldım. İki ustam bisikletle yağmur çamur, sıcak demeden işine gelir, giderdi.
Kimi ustalarım yayan gelirdi ve giderdi.
Ben aldığım maaşı söyleyince, ortalık
bir an olsun karıştı. İlk defa ustalarım aldıkları maaşları açıkça öğlen
yemeğindeyken birlikte birbirlerine açıklamışlardı. Bu güne kadar
birbirlerinden hep sır gibi saklamışlardı. Hepsi farklı maaş alıyorlardı. Ben
bunu fırsat bilerek, patronla konuşalım maaşlarımıza zam yapsın önerisini
getirdim. İlk önceleri ürkek davrandılar. Ben her öğlen ve iş saatlerinde
fırsat buldukça emeğimizin hakkının bu olmadığını onlara anlatıyordum.
O günlerde TİB işçi broşürleri vardı.
Büyük yazılarla emeği, sömürüyü ve diğerlerini ayrı ayrı anlatan az sayfalık el
broşürlerini ustalara vermiştim. Öğlen yemeklerinde broşürlerin içeriğini ben
anlatıyordum. Gerçekten broşürü okuyan ustalarım okudukları yerleri dilleri
döndüğünce anlatıyorlardı. Birbirimize güven gelmişti. Şu hatırlatmayı da
yapayım. Ben o iş yerine muhasebeci akrabamın aracılığıyla girdiğim için bana
ilk önce “patron uşağı” diye söylemişler. Tabi ben bunları daha sonra öğrendim.
On altı yaşında emeği, sömürüyü öğrenirken, örgütlenmenin nasıl yapılacağının
adımını böylelikle atmış oldum.
Ustabaşını sıkıştırarak, sorunlarımızı
patrona ve muhasebeciye iletti. Ustabaşı
bunun nereye varacağını o gün anlamıştı. Bir sonuç alamayınca sabah işbaşı
yapmadan eşyalarımızı giyip çıkardığımız daracık yerde aldığımız karar da, akşam
iş bitiminde yaza neye çıkıp patrona sorunlarımızı anlatmaktı. Aramızdan bir
ustayı seçmiştik. O günü hiç unutamam ve usta bize seslenerek: “Beni yalnız
bırakmayın” dedi. Ben ve diğerlerimiz “destek vereceğiz” dedik. Akşam bitiminde
yaza neye çıktığımız da, sekreter kadın, muhasebeci ve patron birlikte viski
içiyorlardı. Yabancı çikolata markası yazan kare şeklinde olan ambalajlı paket
viski şişesinin yanındaydı.
Ustamız sorunlarımızı yarı heyecanla
anlattı ve konuşmanın bitiminde “maaşlarımız yetmiyor, zam istiyoruz” dedi.
Bizde hep bir ağızdan “yetmiyor” dedik. Karşımızdakiler bizleri şaşkınlıkla
izliyorlardı. Patron kem küm ederek, “çocuklar inanın bende yettiremiyorum.
Masrafım inanın çok. Fakat bir iyeleştirme yapacağım bana bira zaman verin”
dedi.
O yıllar da Türkiye’de viski
bulundurmak her babayiğidin harcı değildi. Bizler patronun viskisine, yabancı
çikolatasına kafamızı takmıştık. Patron darda olduğunu söylerken, “viski içmesini
ve yabancı çikolata yemesini biliyor” diyerek, kendi haklılığımızı ortaya
koyuyorduk.
Bizim işyerinde sendikal örgütlenme
çok hızlı başladı. Ustalardan birkaçı sendikaya gidip, “bizler sendikalı olmak
istiyoruz” dediklerinde! Sendikanın yetkilileri “olur” demiş. Sabah işbaşı
yaptığımızda ustalar bizlere; “sendikalı oluyoruz” dediler. Ben bir yandan
sevindim ama diğer yandan şaşırdım. Bir plan yapmamıştık. Fakat bu konuda
hiçbirimiz yeterli değildik.
Bir hafta olmadan, bir sabah bizler
işyerine gittiğimizde işyerinin kepenkleri ve giriş kapısı kapalıydı.
Hiçbirimiz bir anlam verememiştik. Bizlerden sorumlu olan ustabaşı sokakta
göründü. Ama ustabaşı ürkekti. Yanımıza yaklaşarak, “sendikaya kayıtlı
olduğunuz için patron burayı süresiz olarak kapattı” dedi. Bizler hepten
şaşkındık ve ne yapacağımızı bilmeden her kafadan sesler çıkmaya başladı. O an
her birimiz bir yana dağılmıştık. Bir gün sonra eski çalıştığımız işyerinin
önünde bir araya geldik.
O gün hepimiz yollarımızı kendi
doğrultumuzca ayırmıştık. Aylar sonra bir arkadaşımdan eski işyerinin
açıldığını ve mücadele içerisinde yer alan bir ustanın orada işbaşı yaptığını
öğrenmiştim. Kendi gözlerimle görmek için bir gün sonra eski çalıştığım yere
gittim ve o ustam orada onursuzca çalışıyordu. Beni gördüğünde yüzü kıpkırmızı
olmuştu.
Ne sendika desteği oldu. Ne de sesimizi
bir duyan. Sendikanın bizleri nasıl karam bole getirdiğini yaşayarak
öğrenmiştim. O yıllar benim için emek, sermaye çelişkisinde safımın netleştiği
günlerdi.
35 yıl ne çabuk gelip, geçti. Emek
cephesinde sorunlar fazlasıyla var. Bu sorunları çözmek de bizlere düşer.
Önemli olan hatalarımızdan dersler çıkarmalıyız. Emek mücadelesi bu kadar
gerilerde kaldıysa suçu hepimiz kendimizde aramalıyız.
Hüseyin habip Taşkın
10/ 07 /2011
www.tarimorkamsendiyarbakir.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder