27 Şubat 2019 Çarşamba

Sanat Ve Edebiyat Buluşmasını Sokakta Değil Z Kitabevinde yapıyoruz





Merhaba Edebiyat ve Sanat Dostları,

Ege 78’liler Sanat ve Edebiyat Grubu adına ilk defa yazarları bir araya getirerek söyleşi ve imza günü düzenliyoruz. Yerimiz uygun olmadığı için daha fazla yazar arkadaşımızı çağıramadık, lütfen gönül koymayınız.

Yer konusunda başka ilçelerden bizlere destek verilirse daha çok yazarla birlikte olma imkânımız olacaktır.

Diğer yazar arkadaşlarımızın kitaplarının tanıtımını ve imza günlerini ‘Z’ Kitabevinde zaman içinde yapacağız.

Sevgi ve saygıyla kalınız.


26 Şubat 2019 Salı

BİR DÖNEMİN YAŞANMIŞLIĞI https://pirtukweje.wordpress.com/2019/02/26/hueseyin-habip-taskin-bir-doenemin-yasanmisligi/?fbclid=IwAR1fjwFh1ep4wiC4U6fXNUP26CPjHzxL0m-NG6G67eclXFH_sTA194XrXbA


Kitabımı hazırlarken Çetiner Kırtıloğlu'na, Ali Fuat Karaöz'e ve en son şeklini veren üstadım ve arkadaşım Neçmettin Yalçın Kaya'ya teşekkür ederim. Saygı ve sevgimle.

Sen Oradaydın romanım bir döneme işaret ediyor. Tarihin bir sayfasında, o günleri yaşayanların belleğinde acımasızlığıyla yerini alıyor. 

12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’ni unutmak mümkün değildir. Unutturmamak adına gelecek yıllardaki insanlara kısa roman olarak bırakılması için yazdım.

Okuyanların bilincinde olumlu ya da olumsuz değerlendirmeleri olacaktır. Geçmişteki bu yaşanan barbarlığı göz önüne alarak, ileriye doğru yaşamlarının şekillenmesini sağlayacaktır.

Romana başka bir ad verebilirdim. Sen’i ad olarak kullanmayı daha uygun buldum. ‘Neden’ diye aklınızdan geçirebilirsiniz? Zamanı geriye sardığımızda o günün sosyal, ekonomik daha doğrusu koşullarını göz önüne almalıyız.

Mekân olarak; evler, işyerleri, sorgu odaları, cezaevlerini ağırlıklı aldığımızda buralarda bulunan her bireyi cinsiyet ayrımı yapmadan sen diye adlandırmayı uygun buldum.

Ailelerin birebir yaşamış oldukları olaylar zincirine birçok halka eklenmektedir. Sen içimizden herhangi biridir.

Mekân ev: Komşuların meraklı bakışları arasında, dolaylı yollardan baskın yapılan ev sessizce gözetlenir. Evin içinde neler olduğu sorusuna yanıt aramalarıdır.

Baskın yapılan evin içi her yönüyle karışıktır. Stres herkesi germektedir. Komşular, evin içinde olan biteni göremez. Evin duvarları ve baskın yapanların sert tutumları sayesinde izleyici grubu olanları göremez.

Sen’in götürülüşü: Evdeki işleri bitmiştir. Sıra Sen’in sorguya götürülmesindendir. Fakat uğrayacak bir durakları vardır. Sağlam raporu alınması gerektiği için formaliteleri tamamlamak zorunluluğu adli olarak vardır.

Sen arabanın arka koltuğunda iki kişinin arasında yaşayacağı olaylar yolculuğuna başlar.  78’liler diye adlandırdığımız çoğunluğunu oluşturan genç kuşağın yaşamından sadece belirli bir bölümün yaşanmışlığıdır.

Hüseyin Habip Taşkın
25.02.2018



SAKINCALI 13. Bölüm https://pirtukweje.wordpress.com/2019/02/26/roman-hueseyin-habip-taskin-sakincali-13-boeluem/?fbclid=IwAR0XM6Zk1z-24vRR9-xJb0KEeAakb8OYLtb6mi_QrLZ3wMMYwipk-l0dNXQ


Patroniçem’in yanında iki yılbaşını geçirdi. Yaşamında ilk defa rahat bir yerde çalışma imkânı bulduğundan ufak tefek olan tartışmaları kafasına takmıyordu. Bir yandan Bizim Gazete’ye yazılarını yazmaya devam ediyordu.

Kitaplarından dolayı tanıyanlar ve özellikle arkadaşları köşeyi dönmüştür demeye halen devam ediyorlardı. Oysa yazarlığın sorunları alabildiğine çoktu. Düzenin işleyiş mekanizmalarından birisi de bireysellikten yanaydı. Okuyan, bilinçlenen insan istemiyordu. Hele hele toplumsal içerikli yazı türlerini hiç istemiyorlardı. Yazarlarını hiç sevmezlerdi. Onun içindir ki, her yıl içinde gümbürtüye gidenler vardı. Düzen bu kişileri toplumdan soyutlamak için her türlü hokkabazlığı yapıyordu.

Şiire elveda diyeli yıllar olmuştu. Roman ağırlıklı yazı denemeleri yazıyordu. Yazdıklarını okutacak kişi bulamıyordu. Morali ister istemez kademeli olarak bozuluyordu. Yine de yazmaktan bıkmıyordu.

İrtibata geçtiği Sarı saçlı, bıyıklı, orta boylarda tanımadığı Bir Yazar’dan kitaplarını çalıştığı iş yerine getirmesini internetin e postasından istemişti. Karşılığını olumlu yanıt alınca öğleden sonra beklemeye başladı. Bir yandan Ustalarına yardım ediyordu.

Dört Duvar aklına geldi. Kitap okuma bahanesiyle yargılandığı kişilerle kütüphaneye gidiyordu. İlk on dakikası kitap okuma, geri kalan zaman diliminde kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Sorumlu İç Güvenlikçi:
“Konuşuyorsunuz ama kurala göre yasaktır. Kapının açılmasını duyduğunuzda önünüze dönün okuyormuş gibi yapın. Yoksa beni buradan alırlar.”

Söylenene uydular. Kütüphaneye çıkmaları ikinci ayda engellendi. ‘Mahkemeye hazırlanıyoruz’ diye ortak alanda buluşma dilekçesi yazıldı. İkinci ay dolunca Oranın sorumlusu olan İç Güvenlikçi toplandıkları gün:
“Nasıl savunma yapacağınızı hazırlayamadınız mı?”

Hafiften Esmer’in rengi atsada:
“Bu işle ha deyince olacak işler değildir. Yöneticilerinize söyle! Birkaç kere daha buluşacağız.”

Birkaç kere bir araya gelindikten sonra buluşma yerine çıkılmadı. Düşündüler, taşındılar ortak alanlardan olan spor yapılan yere çıkmak için dilekçe verdiler. İnanç Grupları’ından bağımsız kalan iki kişi de, birlikte spora çıkmak için dilekçe verdiler. Defineci İki Kardeş’de spora çıkmak için dilekçe verdiler.

Büyükçe bir alanda voleybol sahası vardı. Karşıda siyah olan yukarıdan aşağıya, soldan sağa doğru büyükçe bir perde vardı. Defineci İki Kardeş getirilmemişti. Nedenini sorsalarda hiçbir zaman öğrenemediler. Duvarların, çatıların arkasında kısa kısa birbirleriyle sohbet ettikleri, ihtiyaçların çatılardan, duvarlardan atarak karşılanmasında rol oynamışlardı. Şimdi ise yüz yüze gelmişlerdi. Sohbet koyulaştıkça onları getirenlerden biri:
“Bu kadar konuşma yeter. Gören olursa yerimizden oluruz. Hem sporunuzu yapın, hem de konuşmanızı.”

Bir iki çıkmada denileni yaptılar. Diğer günler de ilk önce konuşma ve ardından voleybol oynandı. Oyunun çoğunluğu karşılıklı konuşmayla geçti. Yazarlar ortak alana çıkmanın bir anlamı kalmadığına karar vererek sonlandırdılar.

Bir Yazar geldiğinde Sakıncalı arka kısma geçti. Tanışmadan sonra sohbet koyulaştı. Ustası ikisine birer çay getirdi. Birbirlerine ısınarak konudan konuya hızlı geçiş yapıyorlardı. Gelen kişi bir kitabını imzalayarak ona verdi. O da ücretini ödedi.

Bir Yazar etrafına bakarak:
“Burası Dört Duvar’dan farksızdır. Nasıl kalıyorsunuz?”
“İnsan alışıyor. Daha kötü koşulları olan işletmeler vardır. İşçi hakkı, sağlığı formaliteler üzerinden gidiyor. Hatır gönül işi desek doğru olur.”
“Duyduğuma göre sen de yazıyormuşsun?”
“Sizin kadar değilim. Yaşamım bir mücadele alanıyla dönüyor. Malzemesi bol olan biriyim ama basım işi zor. Yayınevlerinin istedikleri paralar aldığım aylığa göre uçuk oluyor. İki ya da dört maaşımı vermek durumundayım.”
 “Seni şimdi çıkardım. Yazar Arkadaşı tanıyorsun. Bir edebiyat dergisine şiir getirmiştin. Uzun boylu, gür bıyıklının şiirlerine politik demesi ile tartışma derinleşmişti. Yazar Arkadaş’ın ve ben o derginin yönetim kurulundaydım. Senin şiirlerini kabul etmemesinden dolayı verdi veriştirdi:
“Nasıl kabul etmezsin? Dört Duvar arasında hepimiz için bedel ödeyen ve ödemeye devam eden bir insan için ne demek politik? Politik şiir ya da öykü yazan yok mu?” dedi.

Yönetimden istifa etti.   Sen neymişsin? Tanıştığıma memnun oldum. Gitme zamanım geldi. Sana başarılar dilerim.”
“ Teşekkür ederim. Sana da başarılar dilerim. İlk defa benim için mücadele eden biriyle karşılaşıyorum.”

Yalnız kaldığında politik yazan yazarları düşündü. Hepsi de çok ağır bedeller ödedi. Öldürülen de oldu.

Böylelikle yayıncıların, edebiyat dergilerinin tutumlarını, düşünce yapılarının farkına varmaya başladı. Söylenerek:
“Daha neler göreceğim. Yazmak zor iş! Hele politik…”

Yaşadığınız her alanda konuşmalarınız, dertleriniz, isyanlarınızda politik özellikler yok mu? Var olmasına var. Bunun farkında olan acaba kaç kişidir?

Sakıncalı işlek cadde de işportacıları gördü. Bir yandan satış yapıyorlardı. Diğer yandan gözler zabıtalardaydı. Kazak satışı yapanların sayısı dört kişiyi buluyordu. İkisi sağı ve solu kesiyordu. Biri satış yapıyordu.  Diğeri satış yapanın yanında müşteri numarasına yatıyordu.

Kendisinin işportacılık yaptığı durumu düşünürken, bir yere bağlı kalmıyordu. Devamlı hareket halindeydi. O zaman risk azalıyordu. Kendisini azda olsa rahat hissediyordu.

Aynı semtte, ilçede geze geze esnafların şahsen tanımalarına neden oldu. Son günlerde ayrı semtlerde iki esnafın bakış açısı farklıydı.  Benzinlikten hafiften yokuş yukarıya çıkarak sağlı sollu esnaflara satış için uğruyordu. İlerledikçe yokuş dikleşiyordu. Yokuşun orta yerlerine yakın sağda iki katlı binanın altında bir bakkal dükkânı vardı. Buraya her gelişinde uğrardı.

Bir gün Zayıf yapılı, yüz çehresi çocuğumsu bir yapıya sahip olan Kurnaz Bakkal:
“ Gel otur, bir soluklan!” dedi.

Tam istediği bir ortamı yakaladığı için hoşuna gitti. Hemen tezgâhın yanında olan tahta iskemleye çöküverdi. ‘Oh be ilaç gibi geldi.’ Diyerek aklından hızlıca geçirdi. Çaylar anında bardaklara dolup, içmeye başladıklarında, içi boş olan konuşmalara başlandı. En çok konuşanda bakkaldı. İkinci çaylar geldiğinde, hepten kalkası gelmedi. Bakkal bir ara ona baktığında:
“ Sana bir şey diyeceğim. Yalnız kızmak yok?”

Ona anlamsızca bakındı. Keyfi birden kayıplara karışarak karanlık düşüncelere daldığında:
“ Hele söyle bakalım. Sen ve ben de rahat edelim. Olgun insanlarız, niçin kavga edelim ki?”
“ Buraya satış yapmaya geleli bir yılı geçti.”
‘Benim gelişimi hesaplamış! Bakalım ne yumurtlayacak?’ diye aklından geçirdi.
“Ben senin mesleğinin işportacılık olduğuna inanmıyorum.”
“Sence mesleğim ne?”
“Sen gizli görevdesin. Birini gözlüyorsun gözlemesine ama dikkat ediyorum; kimi gözlüyorsun onu anlayamadım?”

Sanki beyninin içinde koşturanlar vardı. Birbirini avlayacakmışçasına aynı eksen etrafında hızlanıyorlardı. Neredeyse nefesi kesilecekti. Zorlanarak kendisine geldiğinde:
“ Sana anlatsam da beni anlayamazsın? Dersinki, ‘bu adam atmasyon yapıyor.’ İçi beni, dışı da seni yakıyor. Hakımda ne düşünüyorsan düşün.”

Bir ara sustular sonra da:
“ Benim hakkımda bu yargıya nasıl vardın? Kuşlar mı söyledi?”
“ Nasıl mı? Güzel giyimlisin. Konuşman düzgün, saygılısın. İkna edici özelliğin var.”
“Sen şimdi bu özellikleri bana bulup, hemen kesin hükmümü vermişsin. Yamalı, üstü başı perişan olanlar bu kapsama girmiyor mu?”
“Ben senin için diyorum!”

O gün tepeye çıkmadı.  Aşağılarda bulunan bir kahvehaneye oturdu. Çok düşündü ve ‘bu böyle düşünüyorsa, bunun gibi kaç kişi düşünür? Başıma çorap örerler mi?’

Yokuş aşağıya inerken kesin kararını vermişti. Kısa zaman içinde bu işi bırakacaktı.

Ha deyince iş bulunmuyordu. Başka bir semtte su içmek için dükkândan su istediğinde, Sahibi, istediğini karşıladıktan sonra anında lafa girdi:
“İşiniz gerçekten zor. Görüyorum da burayı boş bırakmıyorsunuz. Allah razı olsun sizden.”

Başını anlamsızca salladı:
“He valla boş bırakmıyorum. Benden önce başka bir işportacı geçmiş ve satış yapamıyorum.”

Sahibi öylece anlamsızca ona baktı. Hafiften gülümsedi:
“İşin erbabısınız. Gözümden kaçmaz efendim. Size kolay gelsin.”

Neredeyse tezgâhını yola savuracaktı. Hiçbir dükkâna girmeyerek yürüdü. Morali hepten gitti.

Belirli aradan sonra Kurnaz Bakkal’ın önünden satış yaparak geçtiğinde:
“ Amirim kolay gelsin.”

Arkasına bakınmadı. Yokuş yukarıya yolunu kaybetmişçesine yürüdü.   Bu işportaya çıkışının son günü olmuştu.

Kendisine geldiğinde işportacılara bakarak yüksek sesle:
“ Bana bakın hele içinizde gizli görevde olan kaç kişi var?”

Pala bıyıklı, çam yarması olan:
  Bilader manyak mısın nesin? Ne içtin de kafan güzelleşti. Hadi ikile aslanım başımıza iş almayalım.”

Yanlarından gülerek gittiğinde, arkandan baktılar.

Sense ağırdan işyerine doğru gülümseyerek gidiyordun.

Yaşam çok acayip, acayipliğin içinde herkes koşuşturuyor. Amacı olanlar var. Amaçsızlar da var. Karışık bir yapı var. Mayası iyi atılmayan, kokuşmuş bir ortam var. Bir yandan herkes birbirini dengeliyor. Kiminin canı yanıyor. Kimileri zevk sefasını sürüyor. Bu ortamda cümbüşü hazırlayanlar var. Oyuncuları var.

Yaşanılanların ne anlama geldiğini bilenler var. Ortada duran banane diyenler var. Oysa kokuşmuş yapı herkesi içine alıp öğütmeye devam ediyordu.

Yıllar kanatlanıp birbirini tarihe yolcu etmişti. Onun yaşamında da iri li ufaklı yaşanmışlıklarda gitmişti. Bunlar birbirine bağlı iz bırakan olaylardı. Gücüne gitse de içine otursa da bunları yaşamış, çok ağır bedeller ödemişti. Kendi hataları da buna dâhildi. Yine de toplumsal mücadeleyi savunuyordu.

Geçmişteki sayfanın birinde sık gittiği akrabasına bir gün özel isteği için gitmişti. Hani insanın içindeki umut canlı olurda, belki olur hesabını içine katarak gecenin ayazında yola koyulmuştu.

Umutla dış kapıdaki zili çaldığında ‘İşim bir olsa?’ diye geçirmişti. Kapı açılır açılmaz, her zamankinden farklı olarak merdivenleri ikişerli, üçerli çıktı. Kapıyı Evin Kadını açtığında:
“İyi geceler yengem. Nasılsın?”
“İyiyim. Seni sormalı? Odaya geç Bizimkisi gelir.”

İçindeki canlılıkla odaya geçer geçmez her zamanki koltuğuna oturdu. Elleri, bacakları hareket halindeydi. Bir yanıyla Bizimkisi’ne kurtarıcı olarak bakıyordu. Az sonra odaya girdiğinde, ayağa kalkarak tokalaşıp yanak yanağa birbirlerini öptüler.

Çaylar geldi. Arka arkaya içildi. Zaman ilerlerken konuyu açamamıştı. Konuştukları güncel konular ile geçmişteki dernek faaliyetleriydi. Evin Kadını çayları doldurmaya gittiğinde bu bir fırsattır diye konuya daldı:
“ Biliyorsun içeriden çıkalı hiç kimse bana iş vermedi. En yakınlarım benden kaçtı. İşportacılıkta iş yapamaz oldum. Zamlar birbirini kovalıyor. İstihbaratı, muhbiri, işsizi, ek iş yapanı işportadadır.

Belediye Başkanı’na söylesen de, beni temizlik işine aldırsa? Çöpleri toplama işi de olur. Masa başı işi istemiyorum.”

Çay bardağını sehpanın üzerine koydu. Yüzü kızardı. Posbıyığı, ritmi bozuk kalp atışına benzercesine bir inip kalkıyordu. Birden sesini gürleştirerek:
“Ne işi? Ben Başkanı tanımam etmem, sana faydam olmaz. Nereden çıkartıyorsun ilişkimi?”

O konuştukça Sakıncalı koltuğun içinde bir cüceye döndü. Neredeyse gözyaşlarının kapaklarını açacaktı ki, kendisini toparladı. Evin Kadını içeriye telaş içinde girdi:
“Ne oldu bağırarak konuşuyorsun?”
“Ne olacak işe girmek için bana gelmiş! Ben iş ve işçi bulma kurumu muyum?”

Bizimkisi sigara içmek için mutfağa geçtiğinde, koltuğun içine gömülmüş, ne yapacağını bilememenin içinde Sakıncalı öylece duruyordu. Zorda olsa yerinden doğrularak kalktı. Başı dönüyordu. Kendisine böyle bağırılmayı, azar işitmeyi hak etmemişti.

Ağır ağır dış kapıya yanaştığında:
“Ben gidiyorum. İyi geceler.”

Evin Kadını üzgündü. Onun yüzü pencere dönük, açık pencereden sigarasının dumanını öfke seline dönüştürerek üflüyordu. Sakıncalı bu işe şaşıp kalmıştı.

Yokuş yukarıya yürürken karşılıklı konuşmaları düşündü. Kendisi değil miydi aylar önce Belediye Başkanı ile ilçenin birinde birlikte okuduğunu söyleyen? Neden tepki vermişti? Anlayamadı? Esen rüzgârın kendisini üşüttüğünü hissetti. Morali yerine gelmesi için sokak aralarında döne döne bir hal oldu. Eve geldiğinde hemen lavaboya girip çeşmeyi açtı. Suratını iki elinin içinde biriken su ile sayısızca yıkadı. Hemen yatağa girip uyumayı denedi.

Aylar sonra Bizimkisi’nin Belediye’de işe girdiğini tanıdıklardan öğrendiğinde o geceyi hatırladı. ‘Demek ki azarlanmanın bedeli buymuş’ diye aklından geçirdi.

Bir gün öğlen vakti onun takıldığı pasaj içindeki çay ocağına gitti.
“Zamlara karşı direniyorum. Beş çakmak bir milyon var mı isteyen?”

O ise başını gazeteye gömmüş, duymazlıktan, görmezlikten geliyordu. Ara sıra karşılaşsalar da o yüzünü kaçırıyordu.

Yaptığına utanıyor muydu? Ne düşünüyordu? Bunu kendisine soramadı.  

Hüseyin habip Taşkın
09.01.2019



19 Şubat 2019 Salı

Sakıncalı Bölüm 12 https://pirtukweje.wordpress.com/2019/02/19/roman-hueseyin-habip-taskin-sakincali-boeluem-12/


Deniz çok kirliydi. Kirli dalgaların kıyıya vuruşu hoş görüntü değildi. Nedense hava sıcaktı. Bir anlam veremedi. Mutfağa geçtiğinde işyerine giriş ve çıkış yaptıkları yerden geçerek kitabevine uğradı. Çalışanların iki üniversite bitirdiklerini biliyordu. Onların yüz hatlarını bir süre izledi. Mutlu olmadıklarını düşündü.

Günden güne gizli işsizlerin arttığını biliyordu. Elinden bir şey gelmediği gibi dünyayı da değiştirmeye gücü yoktu. Paralı düzende anne, baba çocuklarının eğitimi için didinirlerdi. Sonuçta bir hüsran tablosunu yaşarlardı.  Çocuğu için torpil aramaya koyulurlardı. Acı gerçeklerden bir tanesidir.

Raflardaki kitaplara sırasıyla baktı. Alacağından değil, vakit geçirmeye geliyordu. Oysa kitaplara baka baka yerleriyle birlikte isimlerini ezberlemişti.

Akşam başlayan müşteri yoğunluğunda bulaşık tabaklarını yıkamakta zorlandı. Patroniçem yardıma geldi. Zorlandığı günlerde yardıma geldiği oluyordu.

Sakıncalı ter içinde kalırdı. İş bitiminde giyim eşyalarını değiştirirdi. Evine gitmek için işyerinden çıkar çıkmaz durak karşısındaydı. Aynı akşam Belediye Otobüsünü beklerken yanına bir balici genç yaklaştığında, yaşamdan bıkmış bir hali olduğunu fark etti. Ruhu başka âleme takılmıştı. Konuştuğu anlaşılmıyordu:
“ Ban… para…”
“Para mı istiyorsun?”

Gözleri yumuk olarak başını salladı.
“Neden istiyorsun?”
 “Otobü… bine...”
  “Nereye gitmek istiyorsun?”

Elini gelişi güzel salladı.
“Bekle ben seni ilk gelene bindireceğim. Para verme direk arkaya geç otur.”

Elini başına götürerek ‘olur’ anlamına getirdi.

Sakıncalı ona bakıyordu. Olurda saldırır diye. İlk durağa gelen Belediye Otobüsüne bindirdi. Şoföre el işareti yapıp onun bir balici olduğunu anlattı.
“Bununla işimiz var. Neyse son durakta indiririm.” Diye söylendi.

Belediye Otobüsünün arkasından bakındı. Tinerci genç için üzüldü.

Patroniçem ile mutfakta kısa bir sohbet etmişti:
“Ben Pazar günü Eşi’mi buraya akşama doğru getirsem, iş bitiminde birlikte gitsek olur mu?”

Hafiften gülümsedi:
“Olur ama müşteri olmadığı zamanı seçersin. Bir de ne içerseniz para vermeyin.”

Sakıncalı çok duygulandı. Sosyetik yerde tahta sandalyelere oturarak, denizi seyretmek, akşamını izlemek, gece karanlığında karşı tarafın ışıklarını görmek, vapurların ışıklı geçişini görmek farklı bir duygu yaratacağı kesindi.

Eve gittiğinde haberi Eşi’ne müjdeledi. Birlikte hafta sonunu heyecanla çekerken, sayılı günler geldiğinde, Eşi hava kararmadan önce gelip, deniz kenarına oturdu. Çayının yudumlarken, menüye baktığında yüzünün renk değiştirdiğini Sakıncalı gördü.

Kendilerinin normal şartlarda böyle yerlerde oturamayacağını biliyordu. Yukarıdakiler ile aşağıdakilerin farkını başka açıyla yeniden yaşadı.

İş bitiminde eşinin yanına oturdu. Garson Dört ikisine karışık dondurma getirdi. Bir süre hiç konuşmadılar. Denizden esen hafif ılık rüzgâr tenlerini yalayıp geçiyordu. Gecenin karanlığında çevredeki yanan lambalar hafiften loş ışıklarını denizin üzerine gelişi güzel bırakmıştı. Dalgalanmayla birlikte şekilden şekle giriyorlardı.

Eşi yüzünü dönmeden konuşmaya başladı:
“Menüye az önce baktım. Dediğin gibi el yakıyor.”

Gülümsedikten sonra:
“Seni bakarken gördüğümde, suratının şekli değişti. Benimde canım yandı. Uçurum dağ gibi mi desem?”

“Normalde buraya gelemeyiz.”

 “Bir avuç para babası zevk ve sefa içinde yaşıyor. Ya bizim gibiler?”

“Şuan canlısını yaşıyoruz. İzinle buradayız.”

Garson Dört yanlarına gelerek:
“ Müşteri bu saatten sonra gelmez. Ben dükkânı kapatıyorum. Siz oturun.”

Birbirlerine:
“İyi geceler.”  Dediler.

Uzun tahtadan yapılma, iri renkli minder üzerine Eşi ile birlikte oturup, kolunu omuz arkasından doladı. Bir ara birbirlerine bakıp gülümsediler. Sakıncalı Belediye Otobüsünü kaçırmamak için cep telefonundaki saate baktı:
“Yarım saate yakın oturalım. Son otobüse kalmayalım. Belki dolu olabilir?”

Havalar sıcaklaştıkça her pazar sistematik bir şekilde Eşi geliyordu. Kendileri içinde moral oluyordu. Dışarıdan görenler onların zengin olabileceğini ya da sevgili olduklarını düşünüyorlardı.

Mahkemesi de devam ediyordu. Bir yandan kendisi ve yargılananlar için beraat bekliyordu. Her olumsuzluğa karşıda ‘belki de ceza verebilirler’ diye de düşünüyordu. Ne olacağı belli değildi.

Dört Duvar arasında yatarken yılbaşını içeride geçirmişti. Onun için yılbaşı bir şey ifade etmiyordu. Değişen hiçbir şey yoktu. Parasal gücü olanlar altta kalanların canına okuyordu. Silah fabrikaları ölümcül aletler üretip insanlar birbirini öldürsün, doğa tahrip olsun diye can atıyorlardı.  Doğa her türden çöplüğe dönmeye devam ediyordu.

Din adamları olanlara sesiz kalmaya devam ediyorlardı.

Yağmurlu bir günde çıplak ayakla, Yazar arkadaşıyla havalandırmada duvar dibine yakın sıra halinde koşmaya başlamışlardı. Saçlardan akan yağmursuyu, üzerlerine çarpan damlacıklar ile kazağı ve eşofman altını ıslattı. Atlet ile külotu da ıslatmıştı. Yarım saate yakın koşmuşlardı. Birden içeriye koşup üst kata çıkarak banyo havlularını alıp üzerlerindekileri çıkarır çıkarmaz kurulamaya geçtiler. Saçlar, kollar, bacaklar vücut, banyo havlusunun teması vardı.

Üzerlerindekileri değiştirip, yatakta ince battaniyenin altına girip, kendilerini korumaya çalışmışlardı. Öğlen karavanası gelinceye kadar kalkmadılar.

Bu çılgınlık Sakıncalı’dan çıkmıştı. Yıllar öncesinde de yağmur altında genç bir delikanlıyken yapmıştı. O zaman bağırarak koşmuştu.

Kendine geldiğinde geçmişte yaşadıklarına gülümsedi.

Bizim Gazete’de makaleleri yayınlanmaya devam ediyordu. Her haftada bir yazısı yayınlanıyordu. Böyle olunca insanlar onu merak eder olmuşlardı. Yayınlanan yazılarına zaman zaman gazetenin sorumlusu kendi Toplumsal Düşünce anlayışını yazı aralarına serpiştiriyordu.

Sakıncalı bu yapılandan rahatsız oldu. Konuyu Yazar 2 yayınevi temsilcisi’ne açtı.  Sadece düzeltmesi yapılıyordu ama ara sıra rota karışıp yazısına ekleme yapılıyordu.

Mahkeme altı ay sonarsın da dışarıdan davaları görülmek üzere hepsini serbest bırakmışlardı. Sakıncalı buruk bir sevinç içindeydi. Mahkemeden Dört Duvar arasına döndüklerinde çevresindekilerle paylaşmışlardı. Giyim eşyalarını duvardan yan havalandırmaya atıyorlardı. Aniden koğuşları İç Güvenlikçi’lerin baskınına uğramışlardı. O günkü Sorumlu Olanı:
“ Yaptığınız yasak!”

Sakıncalı:
“Yandakilerin giyimleri yok!”
“Zorluk çıkarmayın. Birazdan gideceksiniz.”

Atılan eşyalar duvarın arkasına adli mahkûmlara gitmişti. Gitmeyenler ellerinde kalmıştı.  

Koğuş kapıları açıldı. Her iki taraftan koridora çıktıklarında arama yapılmadan, direk geldikleri yerden idare binasına gittiklerinde, koğuşlarına gelen İç Güvenlikçi’lerle karşılaştıklarında O günkü Sorumlu Olanı:
“Televizyonu ve diğer eşyalarınızı bırakabilirsiniz. İhtiyacı olana verelim!”

Hafiften Esmer gülerek:
“Şaka mı yapıyorsunuz? Biz eşyalarımızı yandaki adli arkadaşlara bırakmak istiyoruz.”

“Olmaz! Biz istediğimize veririz.”

“Biz de vermeyiz.”

İç kapıdan çıkıp, dış kapıya doğru yürüdüler. Sakıncalı dış duvarlara ve nöbetçi kulelerine bakıyordu. Kapı gaaarrrrç diye açıldığında dışarıya çıktılar. Karşı tarafta asfalt yol geçiyordu. Boydan boya ormanlık vardı.

Sakıncalı bu sıralarda geçmişine sıkça gidiyordu. Yaşadıkları kolay değildi. Savruldu; sendeledi; ayağa kalktı. Yeniden kendisine bir yön belirlemeye çalıştı. İşsiz kaldı. Destek görmedi. Önüne hedef koydu. Yazıda ‘belirli yere geleceğim.’ Diye kendini şartlandırdı. İnatla geçen günlerde epeyce yol aldı. Mutluydu.

Hüseyin Habip Taşkın
01.01.2019



18 Şubat 2019 Pazartesi

EDEBİ YANIMIZ DEĞİŞTİ BİRAZ PSİKOPATLIK KOKUYOR ORTALIK http://www.realitehaber.com/2019/02/18/edebi-yanimiz-degisti-biraz-psikopatlik-kokuyor-ortalik/?fbclid=IwAR0635AQDlRyXYWrcAa_DuXWtl3TgdrD5dlplP24uVuzXD3UTjXZCsmvGb8


Herkes bizi kıskanıyor mu bilemem? Yalnız argolu konuşmalar, karşılıklı restleşmelerle, içine katılan tehtidimsi sözlerle politikacılarımız, yöneticilerimiz topluma iyi örnek olamıyorlar. İktidarda olan AKP ‘ben böyle konuşurum sanane’ mantığı güdüyor olsa gerek, muhalifine saldırıyor.

Bizleri yöneten bir iktidar var. Bizlere öyle bir edebiyat parçalıyorlar ki, toplumun bazı kesimi ‘helal olsun’ diyor. Biriside çıkıp ‘idam sehpasını kuruyor, oluk oluk kan akıtacağız, silahlanın’ diyor.

Baş bunu yaparsa kıç tarafı ne yapar? Yeri geldi mi hoş görüden dem vururlar. Ne hale getirildik? Bir toplumda yozlaşma, birbirine güvensizlik almış başını tepetaklak gidiyor. Yöneticilere kalırsa: ‘Anormal bir durum yokmuş?’ O zaman yaşadıklarımız nedir?

Psikopatlığa bağlanmış bir durumumuz var. Siz bu gelişmelerle ilgili ne düşünüyorsunuz? Patlamaya hazır haldeyiz. Neden? O zaman eğitim sistemimiz dünden bugüne gelen aşamada yazboz tahtasına döndürdükleri için müfredat dedikleri pekiyi bir şeye benzemediğindendir.  Diyorum. Sizce ne olabilir?

Sinirsel kat sayımız tavan yapmış durumda. Her an cenge çıkacakmış hali var hepimizde. Baştakiler bombanın pimini çekmiş durumda. Hep birlikte birbirimizin gırtlağına mı sarılacağız?

Yoksa tek adam, kurnazlığa yatıp bir bölümü böyle uyutup işi götürürüm hesabında mıdır?  Başka hesapları var mıdır? Olmaz olur mu? Argolu cümleler kuruluyor basın önünde. Öfke patlaması yaşanıyor. Kim kime dum duma gidilirken bu yolda işimiz yaştır. Hem de öyle bir yaş ki, düşünülmesi gereken bir konunun içindeyiz.

Uyanın artık uyanın. Ülkemizde insanlık bitirilmek üzere… Oyunun içinde yeni oyunlar kuruluyor. Kürtler, Suriyeliler, Aleviler, devrimciler ve muhalifler.

Kazanın içinde hepimiziz. Altan birileri kaynatıyor. Ha bire gazı veriyor. Dikkat edin hep birlikte  Sivas’a dönmeyelim?

Hüseyin Habip Taşkın
18.02.2019


14 Şubat 2019 Perşembe

BİR ZAMANLAR TARIM ÜLKESİYDİK ŞİMDİ NE OLDU? http://www.realitehaber.com/2019/02/14/bir-zamanlar-tarim-ulkesiydik-simdi-ne-oldu/?fbclid=IwAR0jjlsQ6DI8OJjXIYRGqgn0Y3mw1RoxOCayP3Co200xe-rASmt_SHyzuqo

Güzelim tarım ülkesi nasıl yok edildi? Aklımıza gelen soruları çoğaltabiliriz. Bölge bölge interneti kurcalayın satılık tarlalar ve araziler var. Ucuz fiyatına gidiyor. Seçimden sonra daha düşüğe gideceğe benziyor.

Tarımı asıl bitiren belirgin olarak 12 Eylül 1980 askeri darbesidir. Hem de Amerika emrettiği için bu faşist darbe gerçekleştirildi. Konumuz tarım olduğundan bu yönden bakacağız.

Tarımı emperyalistler ‘sömürücüler’ bitirtti. Kendi ülkelerinde ürettikleri yiyecekleri getirmemiz için darbenin yapılması şarttı. Başa gelen kuklalar anarşiyi önlüyoruz diye tarımın bitmesi için hazırlıklara başladılar.

Turgut Özal diye bir şahsiyet vardı. ANAP partisi kurucularından ve Genel Başkanıydı. Tek başına iktidara geldiğinde liberal ekonomiyi savundu. Aslında ev ödevi olarak bu şahsın eline kâğıt parçasını tutuşturdular. Ya da beynine girmesi için bolca anlattılar.

İktidara getirdikleri sömürücüler elbette icraat bekliyorlardı. Fabrikaların özelleşmesinin adımı bu iktidar döneminde atıldı. Özal’ın bir konuşması aklımda kaldığı kadarıyla: ‘Çiftçi ucuza malını vermez ise dışarıdan getirtiriz’ demişti. Aynen de öyle oldu pirinç ve şeker ülkemize giriş yaptı.

Bizler ne yaptık? Ucuz diye kilo kilo aldık. Oysa her alışımızda tarımımızın dibine konan bombadan habersizdik. Halk olarak oynanan tezgâha dolaylı yoldan ortak olmuş olduk.

Biraz gerilere gidelim: 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile kurulan partilerde milletvekilleri olacakları askeri darbeciler gözden geçirdiler. Kimilerini sakıncalı gördüler.

İktidar olan ANAP döneminde tarımın ters takla getirilip bitirilmesi ve uygulamaya koyulması ile başlayan süreçte koalisyon hükümetleri bu işleyişin takipçileri oldu.

DSP- ANAP- MHP koalisyonunda Kemal Derviş’i ekonomiyi düzeltmesi için çağırmışlardı. Her yetkiye sahip olan bu şahısın da tarımımızı nereye getirdiği bellidir.

AKP iktidarı tarımın bitirilmesinde en çok katkı koyan partidir. Daha doğrusu askeri darbeden günümüze gelen partiler, koalisyon hükümetleri suçludur. Emperyalistlerin vermiş olduğu bitirme planına özeleştirmeleri katarak işin içinden çıkılmaz bir hal aldı. Hiçbir parti ak kaşık değildir.

AKP bir çıkmaza girdi. Kendi seçmeni bile isyan ediyor. Çelişki ekonomik olarak her kesimi zorluyor. Tekelci sermaye hariçtir.

Tanzim satışlarla bu işler düzelmez. Halkın hakkını alabilmesi için birleşmesi gerekiyor. İnsanca yaşamak istiyoruz şiarını yaygınlaştırmalıdırlar. Bu işin bir çözümü vardır! O da sosyalizmdir.
Hüseyin Habip Taşkın
13.02.2019

http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=314

SIRANIZI BEKLEMEK İSTEMİYORSANIZ...

     Seçimleri sorgulamamız gerekiyor. Hem seçim yapılıyor ve ardından Kayyım atanıyor.  Yeri geliyor  polis sorgusu, ardından adliyenin yol...