30 Mart 2019 Cumartesi

DÜNYADAKİ TÜM ANADİLLERE İNADINA ÖZGÜRLÜK 24.03.2014 yılında yayınladığım bir yazımı tekrardan yayınlıyorum.



İnsanların ortak noktaları olan insanca yaşama ve eşit koşullara evet demesi gayet doğaldır. Dillerimiz, kültürlerimiz, ten rengimiz farklı olsa da birlikte yaşamanın koşullarını yaratmalıyız. Sosyalizm ‘toplumculuk’ ilkesiyle hareket ederek, dayanışma, kolektif çalışmanın içerisinde yer alarak, dünya ve Türkiye’de var olan halkların kaynaşmasını yaratarak, bu kaynaşmayla birbirine özgüvenin yolunu açarak, adımlarımızı ileriye doğru taşımış oluruz.
Dünyada ve Türkiye’de dillerin inkârı bugüne ait bir sorun değildir. Bu sistem yapısıyla ve işleyişiyle özdeştir. Güçlü olan devletler kendi topraklarında yaşayan diğer halkları yok sayarak, inkâr yoluna gitme politikası izlemiştir. Kendi ülkesinde yaşayan diğer halkları asimile etmek için kademeli olarak çalışma başlatmış ve tek devlet ile dili dayatarak ırkçı, kafatasçı bir politikanın tohumlarını atmıştır. 

Bu tek dil ve devlet kavramı günümüz Türkiye’si için de geçerlidir. Yıllardır işlenen konu ‘hepimiz Türküz ve müslümanız.’ Türkiye’de yaşayan halklar, diğer dinler hep inkâr edildi ve yok sayıldı.

Türkiye’de başta Kürtler olmak üzere Çerkezler, Lazlar ve diğer halklar anadillerini konuşma ve yaşatma hakkını isterlerken, kültürlerini yaşatmak içinde mücadelelerini kamuoyu ile paylaşmaktadırlar.

Irkçı bir söylemle ‘Tanrı Türkü’ korusun diyenler, sanki bu ülkede başka halklar yoktur demeye getirmektedirler. Tanrı sadece Türkü mü koruyor? Burada dini anlamda da ırkçılığın, kafatasçılığın olduğu kesinleşmiş oluyor.
Almanya Nazi faşist döneminde ‘safkan Alman kanı’ diye bir söylemde bulundular. ‘Ari ırkı’ Irkçılık ve kafatasçılık her ülkede zaman zaman devletin tezgâhıyla gündeme getirilmektedir.
20 Nisan 1924’te yürürlüğe giren 1924 anayasasının 2. Maddesinde: Türk Devletinin resmi dili Türkçedir diye geçer.

İlkokuldayken küçücük beyinlerimize Türkçülüğü yani Türk-İslam sentezi eğitimini yerleştirdiler. Hepimiz birer Türkçü olurken kendi anadilimizin inkârı yaşanırken, diğer halkların dilleri, kültürleri hep inkâr edildi.
Kurtuluş Savaşını tarih dersinde doğru bir şekilde ne bizlere, ne de bizden önceki kuşaklara ve şimdiki kuşaklara anlatılmadı. Bize öğretilen sadece Egedeki efeler ve Anadolu halkı idi. Oysa tarih kitaplarından bize aktarılan Kurtuluş Savaşı çarpıtmalarla doluydu. Kurtuluş Savaşına 
Çerkesler, Kürtler ve Lazlar aktif olarak katılmışlardır.

Hüseyin Rauf Orbay'dan Çerkes Ethem'e kadar Kurtuluş Savaşı'nın Kafkas kökenli pek çok önde gelen siması vardır. Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri'nin yöneticileri içinde Çerkesler vardır. Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı'nın "Türk, Kürt, Laz, Çerkes tüm anasır-ı İslamiyet'in ortak savaşı" olduğunu belirtirken bu gerçeği de teslim eder. 
TC’nin ilanından sonra diğer milliyetler inkâr edilirken, ‘Ne mutlu Türküm’ deme zamanının başlangıç tarihi olarak ve tarihte yer alarak günümüz 2014 yılına da damgasını vurmuştur.
1934 soyadı kanunu ile Çerkesler, Lazlar, Kürtler, Rumlar, Ermeniler, Hemşinliler ve diğer milliyetten olanlar zorunlu ad ve soyadı Türkçeleştirilirken yaşadıkları yerlerin isimleri de zamana yayılarak Türkçeleştirilmiştir.

Sivas’ta kurulan ilk mecliste Laz ve Kürt mebusu diye geçmektedir. Daha sonra bu inkâr edilmiştir. Türkiye’de halklar yoktur. Türkler vardır diye. TMMOB Kürt Sorunu üzerine yayınlamış olduğu metinden bir bölüme bakalım: İsmet İnönü ise "Hatıralar" da, Kürtler‘in Milli Mücadelede canla başla beraberlik gösterdiklerini ve Lozan görüşmeleri yapılırken de vatansever olarak Türklerle beraber olduklarını anlatır. Daha sonra Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması ile bugünkü Suriye sınırı belirlenirken, Kürtler‘in yaşadığı bölgenin bir kısmı Fransızlar‘a akabinde Lozan Antlaşmasıyla Kerkük ve Musul gibi petrolce zengin Kürt illeri İngiliz yönetimine geçmiştir. Bu paylaşım neticesinde Kürtler‘in özgürlük mücadeleleri Musul Petrolleri karşılığı İngilizler‘le birlikte yıllarca süren mücadelelere rağmen kanla bastırılmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarından sonra giderek Kürtler‘in varlığı ret ve inkâr edilmeye ve asimilasyon politikası yürütülmeye başlandı. Kürtler yeni bir sürece tabi tutuldu. Kürtler kimi zaman bu politikalara sert tepki gösterdi.

Bu inkâr edilmeyi aynı zamanda Türkiye’de yaşayan Lazların, Çerkeslerin, Hemşinlilerin, Rumların, Ermenilerin, Süryanilerin ve diğerlerinin yok sayılmasıyla birlikte asimilasyona uğramalarının başlangıcı sayabiliriz.

Günümüzde bile ‘Türkiye bölücüler tarafından bölünüyor’ diye sesler yükseliyor. Oysa Türkiye’nin bölücüler tarafından bölündüğü yok! Bu halkların Osmanlı İmparatorluğu ve öncesinde dilleriyle birlikte yaşadıkları alanlarda var olan halklardır.
TC’nin en büyük hatası tarihi anlatırken bu ülke coğrafyasında yaşayan halkları, dilleri, dinleri anlatmamasıdır. İnkâr ve yok saymasıdır. Karşımıza Çerkes, Kürt, Laz, Gürcü, Süryani, Hemşinli ve diğer halktan kişiler çıktığında, benim anadilim var dediğinde! Toplumun belirli kesimi Türk- İslam sentezi ile yetiştiği için kafatasçı tepkiler alınırken, şiddet kültürünün etkisiyle saldırılar da olmaktadır. Bunların olması devletin işleyiş mekanizmasının bir yansımasıdır.

Türk, Kürt, Laz, Gürcü, Çerkes, Abaza, Roman olabiliriz. Hıristiyan, Katolik ve diğerleri olabiliriz. Alevi- Suni mezhebinden olabiliriz. Bu bizlerin suçu değildir. Ortak sorunumuz emek- sermaye çelişkisidir. İnsanca onurumuzla yaşabilmeliyiz.
Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü'nün (UNESCO) 21 Şubat Dünya Anadili günü öncesinde yayımladığı "Tehlike Altındaki Diller Atlası"na göre, Türkiye'de 15 dil tehlike altında.

Son derece tehlikede olan diller: Hertevin.Ethnologue.com'a göre Siirt kökenli, Kuzeydoğu Arami dilerinden olmasına karşın diğerlerinden oldukça farklı bu dili 1999'da bin kişi konuşuyordu.

Ciddi anlamda tehlikede olanlar: Gagavuzca, Türkiyeli Yahudilerin konuştuğu Ladino ve Süryanice.
Kesinlikle tehlikede olanlar: Abazaca, Hemşince, Lazca, Pontus Yunancası, Çingene dilleri (Atlasta yalnızca Romani bulunuyor), Süryanice'ye benzeyen Suret (atlasa göre Türkiye'de konuşan kalmadı; konuşanların çoğu göçle başka ülkelere gitti) ve Ermenice.
Güvensiz durumda olanlar: Abhazca, Adige, Kabar-Çerkes dilleri ve Zazaki (Zazaca).
Kaybolup giden üç dil
Atlasa göre Türkiye'deki üç dil kayboldu. Kapadokya Yunancası, dünyada da son derece tehlike altında. Diyarbakır Lice'deki Kamışlı köyünde konuşulan Mlahso da kayboldu. Suriye'ye göçen köylülerden İbrahim Hanna'nın 1995'te ölümüyle bu dil de öldü. Ubıhça da Tevfik Esenç'in 1992'de ölmesiyle kayboldu.

Yukarıda verilen materyallerde Türkiye’de üç dilin yok edildiğini, Konuşulan dillerde tehlike ve tehlikenin altında olan diller sıralanmış olup bu dillerin yok oluşunu Türkiye’nin bilinçlice izlemiş olduğu Türk- İslam politikasının bir yansıması olarak görmek durumundayız.
Dünya devletleri hemen hemen dil sorununu büyük oranla çözmüş, çözme aşamasında olup, ne yazık ki yaşadığımız Türkiye coğrafyasında Türkçe dilin dışında var olan halkların dillerinin göz göre göre inkâr edilmesi ırkçı ve kafatasçı politikadan başka bir anlam ifade etmiyor. Bunun yanında Müslüman ve suni olacaksın dayatması yapılıyor.
Her birey kendini nasıl tanımlıyorsa saygı gösterilmesi gerekiyor. Ama ülkemizde farklı düşünemezsin çünkü eskiden komünist diye etiketlenirdiniz. Şimdilerde ise bölücü etiketi ile fişleniyorsunuz.

Dillerin ve kültürlerin özgür olacağı sistem sosyalizmdir. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı diye bir hakkı vardır. Hiçbir dil ve kültür baskı altında olmasın! Yok edilmesin! Dil zenginliktir. Dil farklı kültürlerden olan halkların insanlarını bir araya getirir. Kaynaşma sağlanırken ortak sorunlarda, dayanışmada, sınıfsız sömürüsüz bir toplum için koşulların yaratılmasında dil bir araçtır. 

Her şey tüm dilleri, ten renklerini ve onların kültürlerini sevmekle başlar. Kafatasçılığa, ırkçılığa, faşizme karşı omuz omuza olmamız gerekir. 

29 Mart 2019 Cuma

BİR DAHA ACILARIN YAŞANMAMASI İÇİN YÜZLEŞMEK ZORUNDAYIZ Müslümanlaş(tırıl)mış Rumlar: Bir Bellek Anlatısı https://pirtukweje.wordpress.com/2019/03/26/hueseyin-habip-taskin-bir-daha-acilarin-yasanmamasi-icin-yuezlesmek-zorundayiz/?fbclid=IwAR1v98LmqOFVC3MVzxJi7LH1TX-5X2GBzw-OwFHQZ07ZLJlly03DLB3M7nY



Sayısız olaylar ülkemizde ya da dünya coğrafyasında yaşanmış ki, insanlar yaşamış olduğu olayları yıllar geçsede belleğinde taşıyıp bugüne getirmiş.  Soru işaretleriyle ve yanıtını aramayla geçen zaman dilimleri her yeni bir güne damgasını vuruyor. Vurmaya devam ediyor.

Tarihin derinliklerinde aydınlanmayı bekleyen birçok olay vardır. Örneğin ben kimim? Benim atalarım nerelerden gelmiş? Ya da nerelere gitmiş? Birçok konu için aranan sorular ve yanıtlar birbirini yıllar geçsede kovalar.

Bir yazar gizemli konusunu aydınlığa çıkarmak için belgeleme üzerinden gidebilir. Anlatılanlar üzerinden de olabilir. Bir yandan katliam, sürgün ve nicelerini kelle koltukta yazmaya karar verir. 

Yazara burada büyük bir görev düşerken, yazdığını insanlara sunma heyecanı basar. Yazan kişi doğacak her türlü olumsuzluğu göğüslemeye kararlıdır.

Bizlere anlatılan tarih tek taraflı ve yanlı bir tarihtir. Tarihi dünya emekçi halkları yazmalıdır.

Size Mert Kaya’nın Müslümanlaş(tırıl)mış Rumlar: Bir Bellek Anlatısı adlı akademik yazımlı kitabından söz etmek istiyorum. Kitap geçmişte yaşanılan bir sürgün olayına tanıklık eder. Yalnız sürgün öncesi yaşanmışlıklar zincirinde de dramlar, acılar vardır. Parçalanmış ailelerin yaşamış olduğu psikolojiyi anlatır. Bu arada kendi ailesini de verilen adreslerde aramaya başlar.

Ötekileştirme ve ötekileştiremediklerini bu topraklardan sürme ya da yurt içinde sürgüne gönderme. Yerleşim adlarını değiştirme. Kullandığı adı ve soyadını değiştirme. Dinini değiştirme. Konuştuğu anadiline sansür uygulama. Buna benzer uygulamalar ne yazık ki bu topraklarda yaşandı.

Bu topraklar da halkların dilleri ve kültürleri bir döneme damgasını vurdu. Bir arada yaşamak için sorunları çözmek adına yüzleşmek zorundayız.

Mert Kaya’nın kitabı Libra Kitapçılık ve Yayıncılıktan çıkmıştır. Yüz altmış sayfadan oluşmaktadır. Akademik bir yazıdır.

Mert Kaya’nın bu kitabını okumanızı öneririm. Bölümler halinde konuya girmiş. Acılar yumağı olan bir tarihe damga vurmuş.

Yazarımız araştırmalar sonucunda akrabalarına ulaşıyor. Bölgelerde yaptığı araştırmalarda ilginç diyaloglara giriyor. İlginç olanlardan birisi: ‘Bu konuyu niye deşiyorsun?’ diyen de var. Oysa kitapta iyice okunduğunda bunun yanıtı ortaya çıkıyor. Yaşanmış olayın üstünden yıllar geçiyor. Yılların içinden mevsimlerde gelip geçiyor. Korku var. Kendi dinini ve konuştuğu dili terk ederek, ailesini, çocuklarını, torunlarını garanti altına aldığını sananlar var.

Yazarımız burada 1919-1925 arasında göç yollarına zorunlu tutulanlarla ve Anadolu’da kalan Rumların her iki ülkedeki araştırmalarına yolculuk etmiştir.

Bir daha acıların yaşanmaması için kendinizi o halkın yerine koyun. Hiçbir halkın diğer halktan ya da halklardan üstünlüğü yoktur. Ülkelerdeki yöneticiler kendi zalimliklerini, sömürülerini devam edebilmeleri için bir günah keçisi yaratırlar. Herhangi bir halk ve din üzerinden gidilir. Devrimciler üzerinden gidilir. Devletin aygıtları ve resmi kurumlarıyla bu işler organize edilir. Düzen denilen mekanizma şuan dünyada böyle çarpık ve iğrenç işliyor.

Bizler bu oyunu insan olarak bozmalıyız.  

Hepimizin anadili, kültürü, dini farklı olsada sonuçta birer insanız. Canız.

Hüseyin Habip Taşkın
22.08.2019



21 Mart 2019 Perşembe

Pİrtû Û Wêje'ye söyleşi için teşekkür ederim. https://pirtukweje.wordpress.com/2019/03/21/korkmayin-yilmayin-biraz-cesaret-yazar-hueseyin-habip-taskin-ile-soeylesi/?fbclid=IwAR0Tis66Yk2IBAmAgN4mGHaVJYdFW_1_Mp0Wah7ZsxqdOg65SRi0gD_0Hks


- „Sen Oradaydın“ isimli romanınıza gecikmiş bir 12 Eylül romanı diyebilir miyiz? Evet ise neden bu gecikme, bu kadar beklediniz? Hayır ise onu nereye koyup, nasıl anlamalıyız?

-Evet diyebiliriz. Daha önce ki iki romanımda 12 Eylül 1980 öncesi ve sonrasına değindim.  Kadın Olmak Zor’da kısaca değindim. Neydi Birlikte Yaşadıkları‘nda da değindim. Konuyu fazla dağıtmadan Sen Oradaydın’a geleyim.
Daha önceleri 12 Eylül 1980 romanını yazmak aklıma geldi. Bugüne bırakmamdaki amaç yazıda biraz daha etkili olmayı düşünmemden kaynaklıdır.
Murat Özyaşar’a ait olan Sarı Kahkaha adlı kitabı okuduğumda etkisinde kaldım. Bana göre anlatımı, olayları, akışı çok güzel geldi. Kendisini kutlarım.
Günlerce okuduğum kitabı düşünerek, kendi anlatımımla bir 12 Eylül 1980 kitabını yazmayı hedefledim. Kısa tutmayı da o günlerde düşündüm.

- Roman daha çok 12 Eylül‘ün cezaevleri ile ilgili kapsamı alanına giriyor daha demek doğru değil mi? Dışarıdayken verilen mücadeleden pek eser yok.
-Romana hazırlık yaparken dışarıdaki ailelerin, devrimcilerin vermiş oldukları mücadeleye değinmedim. İçerideki tutsaklar üzerinden gitmeyi, dikkat çekmeyi uygun buldum. Anlatımlarda birçok kişinin anısı üzerinden gittim.
İlk girişimimde mekânla Sen’in evine yapılan baskınla ailenin ve kendin psikolojisini vererek yazıma giriş yaptım. Arka arkaya gelişen olaylar zinciriyle uzayıp gidiyor. Burada anlatımların bütününde ellerine düşen Sen’in yaşadıkları vardır. Açıkça söylenecekse yaşatıyorlar, hem de bilinçlice. Bu bir projeydi. O günün koşullarında Amerikancı askeri faşist darbeci uygulamasını hazırladılar ve pratiğe geçirdiler. Üzülerek söylemem gerekirse, başarılı da oldular.
Sade bir dille anlatmaya çalıştım. O günü yaşayanlardan biriside benim.



- Roman gözaltı sürecinden hemen sonra başlıyor, önce doktor muayenesi, derken işkenceler ve hızlı bir şekilde cezaevine kadar gidiyor. Neden romana öncelinden değil de, yani bunları gerektirecek kahramanımız ne yaptıdan başlamadınız? Bilerek mi bunu tercih ettiniz?
-Bunu bilinçlice yaptım. Daha doğrusu böyle daha iyi olacağını düşündüm. Edebiyat alanında yetkili olan değerli hocalarımızdan edindiğim bilgi çerçevesi doğrultusunda ‘yazmaya farklı açılardan yaklaşın’ denmesiyle böyle bir yazış biçimine girdim.
Kişinin yakalanışını farklı bir konuda da anlatabilirdim. Gece yarısı baskınında evden alınmayla başlıyor. Ev araması bir faciadır. Evle işleri bitince Sen arabanın arka koltuğun da ortasında oturmakta ve yanlarda iki kişi vardır. Şubeye gitmeden önce hafiften okşamalar başlıyor ve iğrenç küfürler. Evden alınan Sen paketlenip acilen sorguya gitmesi gerekir. Ama önlerine hastane denilen bir kurumdan formalitelerin yapılması gerekir. Sorgulayıcılar ellerindeki avı, acı çekmesi için bül bül gibi şakımasını arzulamaktadır. Ya Sen Ne düşünüyor?
Cezaevi süreci çok farklı bir alandır. Şubedeki görülen işkenceler zaman içinde cezaevlerinde görülmektedir. O dönemde ülke genelinde E Tipi Cezaevlerinin açılması vardır.   
Yazımda detaylara girmedim. Ama ipuçları vardır. Detaylara girilseydi daha çok derinliğe girilecekti.  Çetiner Kırtıloğlu ile Ali Fuat Karaöz bana şunu demişti:
“Bu kitabı kısa tutma.”
Okur elbette bu konu hakkında düşünecek, yorumlayacak.  

- Eseriniz ikinci tekil şahıs üzerinden, okurken akıcılığı zorluyor. Neden o veya ben değil de, sen‘li bir anlatıya yöneldiniz?
-Eleştirinize ve düşüncenize teşekkür ederek konuya başlamak istiyorum. Yazmış olduğum yazının taslağını birçok yazara ve tanıdığım can, dost arkadaşlarıma gösterdim. Konu hakkında değerlendirmeleri oldu.
‘Sen’li anlatıya şunun için girdim: Tüm isimleri kapsamasını düşünerek yazıda yer verdim. Ben konunun akıcı olduğunu düşünüyorum. Yazdığım roman gelecekteki okurlara ışık tutacağına içten inanıyorum.

- Gelen ilk tepkiler hakkında neler söyleyebilirsiniz? Nasıldı ilk reaksiyonlar?
- Edebiyat alanında iki yetkili hocamdan olumlu tepki aldım. Onun dışında iki okurumdan facebook üzerinden olumlu tepki aldım. Olumsuz tepkilerin gelmeyeceği anlamı çıkarmamak gerekir. Her okurun yorumlamada ortak noktaları vardır. Yorumlamaları da olumlu, olumsuz olacaktır. Bence zamana bırakalım!
Ayrıca Pirtük U Weje’ye  teşekkür ederim.
Sizin aracılığınızla Ali Fuat Karaöz’e Çetiner Kırtıloğlu’na destek, önerilerinden dolayı ve üstadım Necmettin Yalçınkaya Sen Oradaydın adlı kitabımın ve beklemede olan Ege'den Hemşin'e adlı romanımda yazılarımın kontrolünü yapan ve son noktayı koyan üstadımdır. Kendilerine teşekkür ederim.
Sizin aracılığınızla buradan şunu söylemek isterim!  12 Eylül 1980 Amerikancı askeri faşist darbesi döneminin mağdurları, tanıkları yaşadıklarını dile getirmelidir. O günü unutmak isteyenler olsada unutmayan bir çoğunluk vardır. Geleceğe bırakabileceğimiz bizlerin yaşadıklarını edebiyat ve sanat alanında yaygınlaştırın. Korkmayın! Yılmayın! Biraz cesaret…


18 Mart 2019 Pazartesi

BİRAZ DİN BİRAZ DA ÖFKE VE DİĞER KARIŞIMLAR http://www.realitehaber.com/2019/03/18/biraz-din-biraz-da-ofke-ve-diger-karisimlar/?fbclid=IwAR3ddcZLxLkGGXtjuzOaWSXm6Uw8HqagczwxHw1wm0jkBe3PPYMGKbSRd3s


AKP rolünü oynarken, durmadan ortamı gerginleştirme manevralarına devam ediyor. Ayarı yoktur. 8 Mart Emekçi Kadınlar günü yürüyüşüyle ilgili Erdoğan ve AKP’si ezan okunurken kadınların ezanı protesto ettiğini ağızlarından eksik etmiyorlar.  Peki, ezan okunurken polisler ne yapıyordu? Su panzeri, toma denilen demir yığınından kadınların üzerlerine sıvının püskürtüldüğü ve polis gücü de ortaya çıkınca kadınlar ‘yaşa yaşa’ diye mi bağıracaklardı?


Dini söylemleri her işin başında dile getiren AKP’dir.

Sanırsınız ki, Kendilerinden başka Müslüman ortada yok. AKP’ye atılan her oy Cennetin garantisi olduğunu iddia eden bir düşünce yapısı ortadadır.

Seçim yaklaşırken kaos ortamı dolu dizgin gidiyor. Korku, heyecan, macera, şiddet, tehdit etme, argolu konuşma, ne ararsan var.

AKP, iktidarını korumak için daldan dala konuyor. Konmasını yaparken de iktidar da oluşunun vermiş olduğu avantajla her yol mubahtır demeye getiriyor. Aleviler, Kürtler, devrimciler ve düzenden hoşnut olmayanlar devamlı tehlike altındadır.

Oy kullanmanın helalini, haramını da bugün duyduk. Bu gidişle daha neler yumurtlayacaklar?

Dini, ırkçı, kafatasçı söylemlerle insanları birbirine düşürmeyin. Geçmişte bu acılar yaşandı. Tarih sayfaları hep katliam kokuyor. Yani siz şunu mu demek istiyorsunuz? ‘Bize oy vermezseniz eğer, Sivas’ta geçmişte yaşanan Madımak gibi ortalığı ateşleriz’ mi demeye getiriyorsunuz? Ya da ‘Maraş, Çorum, Malatya, Gazi’ demeye mi getiriyorsunuz? Ya da ‘yakın zamanda olanları mı ima ediyorsunuz?’

Yaptığınız tehlikeli işlerdir. İnsanları birbirine kırdırmayın. Varsayalım kırılmalar yaşandı. Dini söylemlerle bu halkı belirli yere kadar kandırırsınız. Sonra şaşalı dönem ve bitişi başlar.

Hüseyin Habip Taşkın
19.03.2019





12 Mart 2019 Salı

Sakıncalı Bölüm 15 https://pirtukweje.wordpress.com/2019/03/12/roman-hueseyin-habip-taskin-sakincali-15-boeluem/?fbclid=IwAR24_ke-iN9qj0RzjgIrfTilM6Oe70Jb1IZ7xwgc2Bk_OmzMfhEklJzHkGs

Sakıncalı'nın son bölümü

Sakıncalı Dört Duvar arasından çıkalı yıllar olmuştu. Aklına o günler geldiğinde, ‘ömrümden çalınan yıllar’ diyebildi. Sesi öylesine cılız çıkmıştı ki, kendisinden başka duyan olmadı. Yaşamın da fırtınaları hiç eksik olmadı. Üstesinden gelmesi de kolay olmadı. Ya gelemediği zamanlar?

İnternet ortamında biraz ülke ve dış hatlarda gezinirken ülke içinde yapılan zamları okuyordu. Gözüne savaşlar ilişti. Biraz daha bakındığında Dört Duvar yapımına son sürat hız verildiği manşetinde durdu.

Cezasını çekmek için yargılandığı İşçi Arkadaşı’yla birlikte Yetmiş Sekizlilerin Yetkili’siyle cezaevi aranıyordu. İlçe cezaevleri hırsızları, ırza geçenleri, her türlü dolandırıcıları kabul ediyordu.

Sonunda bir ilin Dört Duvar arasında yolculuğu bitmişti. Burası daha önceleri her koğuşun kapısı büyük havalandırmaya açılıyordu. Başkent’teki yöneticilerin aklına nasıl geldiyse her koğuşa göre havalandırmaları böldürmüşlerdi. 

Sakıncalı ve İşçi Arkadaşı başka davadan yatanlarla kalmaya başladılar. Daracık havalandırmada günler geçmeye başladı. Kaldıkları yerin üstünde hücreler vardı. Birisi kaldıkları koğuşun havalandırmasına bakıyordu.  Yan koğuşta Ganimet Toplayıcıları vardı. İkinci katın duvar dibindeki son penceresinden üzerine çıkılıp demir parmaklıklara başını iyice yanaştırdığında birbirlerinin havalandırmasının bir bölümünü görme imkânı vardı.

Sakıncalı Ganimet Toplayıcıları ile diyalogu kurmuştu. Ara sıra birbirlerinden tuz, sigara gibi insani ihtiyaçlar isteniyordu.

Sakıncalı havalandırmada yan koğuşun toplantı yaptıklarına birçok kez tanık olmuştu. İlginç olanı ise bağıra bağıra konuşuyorlardı. Diğer koğuşlardan da duyuluyordu. Kel Kafalı şef konumundaydı:
“Ah ulan nasıl tongaya düştük böyle! Bir minibüs dolusu altınları, antikaları, tabloları yol aramasında Güvenlikçilere kaptır. Hepimizi Allahın kodesine tıktılar.”

Üzeri Çıplak çayından bir yudum aldıktan sonra:
“Ben size dedim. Tıka basa doldu bu meret. Geriye gidip boşaltalım dedim.”

Kel Kafalı ayağa kalktı:
“Hatalarımızı konuşuyoruz şunun şurasında. Laf sokuşturmanın anlamı yok! Yeniden yapılanacağız. İki minibüs çıkacağız. Biri doldu mu geri vitese takıp gidecek. Ganimetleri boşaltıp geriye gelecek.”

İşçi Arkadaşı hafiften güldüğünde:
“ Bunlar işbaşı yapacak ama herkese reklam yapıyorlar.”

Sakıncalı havalandırmaya bakıyordu:
“ Raconları böyle olsa gerek!”

Sakıncalı edebiyat çalışmasına katılmak için Belediye Otobüsüne bindi. Elinde ki kitabı oturduğu yerden okumaya başladı. Yapraklar bir bir çevrilirken nereden aklına geldiyse Hafiften Esmer ile yolu bir kez daha kesişmişti. Koğuşta altı kişi kalıyorlardı.

İç Güvenlikçilerin birkaçıyla ara sıra Sakıncalı takışıyordu. Bir keresinde yaşlı bir hükümlü yere yığılmıştı. Demir kapıya birkaç kez vurmuşlardı. Gelen olmadığından kapıyı yumruklamaya başladı ve avazı çıktığı kadar bağırdı. Kapı açıldığında içeriye İç Güvenlikçi’ler daldı ve içlerinden İnce Sırık olanı:
“Ortalığı yıkıyorsunuz?”

Sakıncalı hızını alamamış olmalı ki:
“Arkadaşımız yere yığılmış yatıyor. Kapıya normal vurduk. Gelen olmayınca, bizde hızlıca vurduk.”
“Tutanak tutacağım.”
“Ne tutarsan tut.”

Kendisine geldiğinde elindeki kitabı çantasına koydu. O güne tekrar daldı. İç Güvenlikçi’lerden bazıları saldırmayı göze alamıyorlardı. Düşüncelerine ters olduklarından ağız dalaşına giriyorlardı. Sakıncalı, Hafiften Esmer, İşçi Arkadaşı idareye birkaç İç Güvenlikçi hakkında dilekçe yazdılar. Sonuç havagazıydı.

Edebiyat çalışması başlayalı yarım saate yakındı. Bir Arkadaş’ı yazmış olduğu ‘Baykuş’ adlı kısa öyküsünü okuyordu. Sakıncalı o an oradan koptu.

Çatıların bacalarında baykuşlar vardı. Gündüzleri bacanın içinde durur serçe avlardı. Gökyüzüne baktığında üç serçe giderken arkasından baykuş hareketlendi. Arkadaki serçeyi pençesiyle yakalayıp, bacanın içine dalış yaptı. Kısa zaman içinde iki serçe arkadaşlarını aramak için geriye geldiklerinde etrafa bakınıyor, ötüşüyorlardı. Aynı yerde dolaşıp durduklarında umutlarını kesip yollarına gittiler.

Sakıncalı kare biçiminde mavi plastik içindeki ayna ile havalandırmada bazen yattıkları yerin penceresinden karşı da baca içinde duran baykuşa güneşin yansımasını tutardı. Bir süre sonra kanatlarını açar ve yüzünü geriye çevirirdi. Sıcaklığa dayanamamış olmalı ki,  olduğu gibi döner. Arka kısmı da kısa zaman içinde pişer ve bacanın içlerine doğru kaçardı.

Yan koğuşta görenler de bacalara ayna tutmaya başladı. Sakıncalı bunu devamlı hale getirdi.

Bir keresinde yavru baykuş yattıkları yerin demir parmaklığı arasından içeriye girdiğinde camların hepsini kapattılar. Yakalandığında yüreği bir inip çıkıyordu. Aşağıya inip çeşmenin altına sokup su içmesini sağladılar. Olmayınca Sakıncalı elini kap yaparak su içmesini sağladı. Sayım zamanı İç Güvenlikçi’ler içeri girdiğinde sayımı alıp çıkacakken Hafiften Esmer:
“İçeride bir kişi eksik saydınız. İç Güvenlikçi’lerden Sorumlu olanı:
“Ne eksiği?”

Hafiften Esmer eliyle lavabonun altında yerde can çekişen numarasını yapan baykuşu gösterdi.
“İstiyorsanız bakın.”

Kapı üzerlerine güm diye kapanmdı.

Baykuş için kalsın ya da kalmasın diye oylama yapıldı. Yattıkları yere çıkarak baykuşu düz bir duvarın üzerine bıraktıklarında, bir iki adım atıp bayılınca her kafadan bir ses çıkıyordu. Yattığı yerden kalkıp başını pencereye dönen baykuş birkaç adım atıp bayılıyor, yüreği bir inip kalkıyordu. Uzaklaştığını hissedince hızlandı, karşı pencerenin duvar üzerinde beklemeye başladı. O an hep birlikte güldüler.  Baykuş kurnazlığını yapmıştı. Anne ile babası gelip onu oradan uçmasını sağladılar. Bir ara konuştuklarında kurnaz olduğuna karar verdiler.

Gecenin ilerleyen vaktinde İşçi Arkadaşı:
“Buraya gelin baykuşlar çatıda toplanmışlar.”

Üst katın elektriğini kapatıp izlemeye başladılar. Dörderli, beşerli, üçerli sıra halinde bekliyorlardı. Sessizlik hâkimdi. Öndeki sıra çatının sonuna yaklaştığında Dış Güvenlikçi’nin kulübesini aşarak aşağıya doğru uçuşa geçtiklerinde Hafiften Esmer:
“ Kim demiş hayvanlarda akıl yok diye?  Yavrularına eğitim veriyorlar. Resmen bir disiplin içinde. ”

Gidip gelenler en arka sıraya giriyorlardı. Gecenin birine kadar izlediler. ‘Uyku zamanım geldi’ diyenler ranzalarıyla buluşmaya gidiyorlardı.

Öykü çalışmasına on beş dakika ara vermişlerdi. Caddeye bakan balkona çıktı. İnsanların hareketliliği gözüne ilişti. Dışarıda sıcak hava kendini gösteriyordu.

Yaşadıklarıyla ilgili yazı hazırlamak istiyordu. ‘Makale ya da roman türünde mi olsun?’ diye düşünüyordu. Geleceğe bir yaşanmışlık bırakmak istiyordu.

Kadın Yazar arkadaşı tepsiyle çay servisi yaptığında Sakıncalı bir bardak aldı. Yerine oturdu ve not aldığı kâğıda bakmaya başladığında Dört Duvar arasında ailesinin ayda bir açık görüşe ve on beş günde bir kapalı görüşe geldiği aklına geldi. Başka bir il de olması maddi açıdan da zordu. Uzun kıvrımlı bir yolu otobüsle dolanarak gelip giderlerdi.

Bir görüş günü İç Güvenlikçinin demir kapıyı açmasıyla isimleri sayarak:
“ Sevke gidiyorsunuz hazırlanın!”

Demesiyle İşçi Arkadaşı:
“Ailem bugün gelecekti. Görüşümüzü yapalım ondan sonra gidelim.” Dedi.

Sakıncalı konuşmasıyla onu destekledi. ‘İdareye bildirildiğini, görüştüreceklerini’ kendilerine iletildi. Söylenen olmadı. Altı kişi uzun yolculuğa çıkmak için Ring arabasına bindirildi. Kapalı teneke yığınıydı. Sadece üst tarafta küçücük ince ve uzun camlı, dışında telli bir pencere vardı. Hareket ettiklerinde İşçi Arkadaşı’yla zorlanarak da olsa bile dışarıyı görebiliyorlardı. İşçi Arkadaşı hazine bulmuşçasına:
“ Sakıncalı benim ve senin eşin ağaç dibindeler.”
“Onları gördüm.”

Demesiyle dış kapıdan çıkıp Ring arabası hızlandı. Bir hüzün üzerlerine çökmüştü.

Sakıncalı o anı hatırladığı için tekrardan hüzünlendi.

Edebiyat çalışması bittiğinde Yazar Arkadaşı ile Belediye Otobüsüne binmek için yolda adımlarını hızlandırdılar. Amatörce çalışma olsada kendileri için verimli geçiyordu.

Ring arabasıyla Güvenlikçilerin bulunduğu bir yerde mola vermişlerdi. İhtiyaçları karşıladıktan sonra binanın içinde demir parmaklıklar ardına koyuldular. Uzun süre bekletildiler. Biran önce gidecekleri yere varmak istiyorlardı.

Geç saatte yola çıkıldı. Uykuya yenik düşerek, uyanarak sonunda gelmişlerdi. Dışarıdan sesler geliyordu. Ring arabası bir ileri geri yaparak hareket halindeydi.

Son durak denilen yerde sessizlik oldu. Arka kapı açıldığında loş ışık Sakıncalı’nın gözünü aldı. Ring arabasından indiğinde Dış Güvenlikçilerden birinin sesi karanlığı yardı:
“Acele edin.”

Kendi eşyalarını alıp, birinci basamağa adım attığında durdu. Gözlerine inanamadı! Altı kişiye sayısız Dış ve İç güvenlikçi vardı. Ellerinde kalas ve coplar vardı. Sakıncalı dayanamadı:
“ Bizlerden bu kadar mı çok korkuyorsunuz? Altı kişiye karşı? Vay be! Demek ki çok tehlikeliymişiz.”

Sessizlik hâkim olurken gözleriyle etrafını kesiyordu. Saldırırlar diye bekliyordu. Dış Güvenlikçi’lerin sorumlusu:
“ İstikamet koğuş.”

İç Güvenlikçi’ler birbirlerine bakınırken, coplar ve kalaslar toplandı. Gelen kişileri içeriye aldıklarında Dış Güvenlikçi’lerin parmak izi, fotoğraf çekmeleri, ad soyadı ve bilindik formaliteleri tamamlandı. İç Güvenlikçi’lerin işlemleri bitince koğuşa gitmek için x ray cihazının önüne getirildiler. Kapı şeklinde cihazdan külotla geçmeleri istendi. Soyunmayı ilk önce istemediler. Tartışmadan sonra donlarıyla kaldılar. Giyim eşyaları plastik kabın içindeydi.

Külotu hafif sıyırarak, dizleri kırarak, kollar ileriye uzatılarak eğilip kalkan x ray cihazından geçip üzerini giydi.

Hep birlikte demir kapıları geçerek, koğuş kapısında kısa bir süreliğine beklendi. Demir kapı açılınca içeriye giren etrafına bakındı. Solda havalandırmaya açılan demir kapı ile onun az ilerisinde üç oda ve kapısı vardı. Sağda merdiven ve basamakların sonunda altı odalı kapısı olan yere çıkıyordu. Tuvalet ve banyo aşağıdaydı.

Hafiften Esmer eliyle işaret ettiği:
“İlk önce alt katı görelim.”

Ses yankı yaptığında, İşçi Arkadaşı:
“Ne iş böyle?”

Yankı yaptığını fark ettiler. Tek tek odalara bakındılar ve merdivenden yukarıya çıkarken tepelerinde kocaman bir kamera vardı. ‘birileri gözetliyordu.’ Merdivenlerden yukarıya çıkıp odaları dolaştılar. Herkes yerini belirleyip eşyalarını demir dolaba gelişi güzel bıraktılar.

Getirdikleri eşyaların çoğunluğuna el konularak emanete alındı. Oysa geldikleri yerin kantininden alınmıştı. Maksat ticaret olsundu.

Sabah sayımı, kahvaltı derken, havalandırma kapısı açıldı. Havalandırmada da bir kamera vardı. Yüksek sesle konuşmalar yankı yapıyordu. Dışarıdan gelen seslerin nereden geldiğini anlayamadılar.

Serçeler burada çoktu. Kaldıkları süre içerisinde serçeleri gözlediler. Yavrularını uçurmadan önce yuvadan atan dişi ve erkek serçenin mücadelesini hayranlıkla izlediler.

Havalandırmaya düşen arılar, ağustos böceği, diğer siyah böcekleri ikinci kata çıkartıp uçmalarını sağlıyorlardı. Hayvanlar arkadaşları olmuştu. Buraya L Tipi Dört Duvar diyorlardı.

Sakıncalı yaşadıklarını unutmaya çalışsa da unutmak kolay değildi. Birkaç yıl derin izler bırakmıştı. Şimdi ise yazılarıyla sınıf bilincini taşımaya devam ediyordu. Buda yaşamının mücadele alanıydı.

Hüseyin Habip Taşkın
07-03-2019













8 Mart 2019 Cuma

DEĞİŞEN BİRŞEY YOK AMA İSTERSEK DEĞİŞTİREBİLİRİZ http://www.realitehaber.com/2019/03/08/degisen-birsey-yok-ama-istersek-degistirebiliriz/?fbclid=IwAR0paBhRlp6DH8Akt0CxxF9iSAgzNKXso_z8aLUUV9N6A5SnGDuGQkvZGV8




Ben bilirimli siyaset zamanı kabak tadı verdi. Argolu cümleler ortalığa derin izler bırakarak taştı.  Temizlik işçileri bile bu izleri temizleyemez.

Karşımıza öfkeli, ötekileştirmeli, kinci, birazda ırkçımsı, dinimsi, kültür yapısında biri çıkıverdi. Benim ‘dediğim kanundur’ demeye başladı. Eli uzun mu uzun. Her konuştuğu zehir zemberek.

Siyaset zamanında Kürtleri günah keçisi yaptı. Oy gelmesi gerek, dozaj arttı gidiyor. Kürtlerle yetinmedi. Karşısında olana çattı. Hepsini bir kefeye koydu. ‘terörist’ oluverdiler.

Kültür yozlaşması yaşıyor ve izliyoruz.

AKP’ye oy veren cenneti garantiledi sözleri havada uçuşuyor.  Hırsızlar, tecavüzcüler, katliamcılar, işkenceciler, diktatörler ve bunun benzerleri yaşadı. Cennet o zaman AKP’nin ayakları altında mıdır?  

İnsanların akıllarıyla alay ediyorlar.

Tarım ürünlerinin çoğunluğu yurt dışından geliyor. Neden geliyor? Çiftçiye kırmızı kart gösterdiler. Sahanın dışında kaldı. Hatta tarlası satılık ya da mahkeme yoluyla satışa çıkarıldı.

Bizim Tanzimlerimiz var diye boy gösterisi yapıyorlar. Dışarıdan mahsül gelmesiyle bu işler dönmez.

Hangi tarafa yüzünüzü dönseniz, her yer kokuşmuş.

Bir yolu vardır elbet. Emekçilerin, yoksulların, herkesin birleşmesi gerekir. Umut hepimizde. Gerisi gelir.

Hüseyin Habip Taşkın
07.03.2019


SIRANIZI BEKLEMEK İSTEMİYORSANIZ...

     Seçimleri sorgulamamız gerekiyor. Hem seçim yapılıyor ve ardından Kayyım atanıyor.  Yeri geliyor  polis sorgusu, ardından adliyenin yol...