30 Ekim 2018 Salı

Sakıncalı 2. Bölüm https://pirtukweje.wordpress.com/2018/10/30/oeykue-hueseyin-habip-taskin-sakincali-ii/?fbclid=IwAR0guZNgBXYaNqJt9885zaFtg9lO4GJYwqH-m_hvP0ZEGHNJN1EE6gNq6Vo


                                                   SAKINCALI
                                                  2.        Bölüm
Sakıncalı Adama alışmıştı. Pazarlarda gözleri onu aramaktaydı. Ya Adam? Hafiften yarı bulutlu, az güneşli bir günde Meydan Pazarında Sakıncalı satış bahanesiyle onu aradı. Aynı yerleri sayısızca, hatta hızlıca geçti. Yoktu.

Can arkadaşını kaybetmişçesine üzüldü. Pazarın iç kısımlarında Şişman bir kadın dilenciyle karşılaştı. Ağırdan yürüyordu. Başı eşarplıydı.

O devamlı gelip geçene elini açar, gözüne sokacakmışçasına öne doğru uzatırdı. Adam gibi kabiliyetli olmasa da para veren çıkıyordu. Diğer pazarda balıkçıların yakınına doğru meyve satan tezgâhın önünde Kayınvalidesi ile gelini onu gördü. Gelin küçük çantasından üç tane onluk çıkartıp Şişmana verirken:
“Başımın gözümün sadakası olsun. Kazalardan, belalardan koru yarabbim.” Diye söylendi.
Şişman sessizce onlara bakındı. Sakıncalı net olmasa da anladıklarıyla cümle taslağının ne olduğunu anladı. Kayınvalidesi ile gelini hızlanarak onun yanından ayrıldı. Sakıncalı onlara ulaşmak için dümdüz ileriye yürüdü. İkinci tezgâhtan sağa dönüp yukarıya doğru gidince onları sebze ve meyvelere bakarken gördü.
Sakıncalı önlerinde durunca, Kayınvalidesi ile gelininin suratlarında hafiften bir tedirginliğin izleri vardı. Sakıncalı konuşmaya başladı:
“ Sadaka diye kadına üç tane onluk veriyorsunuz. Asgari ücret yüz altmış dokuz lira. Şimdi sen kaza olayından, kanserden, değişik hastalıklardan korunmuş mu oluyorsun? Seni enayi yerine koymuştur. Para vereceksin, o zaman akrabalarında gariban yok mu? Mahallende?”

Gelin biraz şaşkındı:
“ Ben dediğin gibi düşünemedim! Bir daha vermem.”

Sakıncalı gözleriyle Şişmanı aradı. Tekrar başını Kayınvalidesi ile gelinine çevirdi:
“ O kadın ikinizi hatta üçümüzü silkeleyecek, bizde para nanay, onda tomar tomar vardır. Anlayacağınız üçümüzü satın alır.”

Kayınvalidesi ile gelini yanından birbiriyle konuşarak ayrılırlar.

Sakıncalı diğer işportacılar pazarın işlek yerinde bir aradaydılar. Uzun Boylu:
“ Ne satacağımı şaşırdım! Toptancı bir de hacı, fırsatı hiç kaçırmıyor. Para için acıma duygusunu yitirmiş. Kazancım düştü.”

Kısa Boylu şişman:
“ Benim satış yapacağım kalemler bellidir. Bu gidişle başka kalemler satmalıyım ama neyi?”

Ufaktan, çaktırmadan toptancıların yapmış olduğu zamlar işportacılık ile geçinenleri etkilese de insanları da çarpıyordu. Yapılan zamlar karşısında işportacılarla, insanlar karşı karşıya kalıyordu. Oysa düzenin ana öğesi  konuşulmazdı. Düzen zamlarıyla çarpılmak buna denirdi.

Sakıncalı yargılandığı mahkemeye gitmemezlik yapmıyordu. Yıllara sarkan yargılanma karşısında yaşam koşuşturmacası çok zordu. Bir yandan gözetim altındaydı.

Semtin birinde esnafları dolaşmış, küçücük parkta bulunan tahtadan ince uzun yapılma demirden her iki tarafı destekli bank dedikleri, insanların oturacağı yere oturdu. Cebinden çıkardığı paralara baktığında düşüncesinde bunalım dalgası etrafa çarpıyordu.

Evinden getirdiği yarım ekmek arası içinde kuru fasulyeyi yemeye başladı. Bir yandan kendi halini düşünürken, ne yapabilirimi de düşünüyordu? Plastik şişeden suyunu içti. Açlığını böylelikle bastırdı. Sırt çantasını bankın üzerinde olan tablanın üzerine bıraktı. Yönünü onlara döndü. Bir elini sırt çantasının üzerine bıraktı.

Gözleri hafiften kapanıyordu. Fazla dayanamadı. On on beş dakika uyudu. Uyandığında soğuk hava giyimine işlemişti. Ayağa kalkarak hızlıca bir ileri geri geldi.

Tablanın ipini boynuna takarak, dükkân dükkân dolaşmaya başladı. Sollu ve sağlı ala ala ilerliyordu. Satış yapamadığından moral bozukluğu yaratmaya devam ediyordu.  İki haftada geldiği yerlerden sayısız işportacı geçiyordu.

O gün eve geldiğinde başının içinden birileri çalışma yapıyordu. Eşi ıhlamur, adaçayı, elma kabuğu, tarçın, limon karışımı yaptı. Onu zorlanarak içti. Divanın üzerinde olduğu gibi yatmaya koyuldu. Eşi bir ara soğuk algınlığına iyi gelir diye aspirin verdi. Pijamalarını giydi yatağa bir yattı. O yatış. Dört beş güne yakın yatakta dinlendi.

Sakıncalı divana pencere kenarına oturdu. Güvercinlere bakındı. Bir zamanlar serçeler çoğunluktaydı. Kumrular geldi. Şimdi güvercinler ama nedense azaldılar. Nedenini anlayamadığı kuşların çokluğu ve sonradan azlığıydı.

Geçmişe takılı kaldığında:
‘En son çalıştığı hastanede eşiyle taşeron işindeydi. Yerleri ayrıydı. Sakıncalı, taşeronlaşmaya, işten keyfi atılmalara karşı sendikal mücadeleyi esas alarak işçiler arasında çalışmayı gizliden yapıyordu.

İş bitiminde bölümlere giderek taşeron işçileriyle konuşuyordu. Daha sonraları taşeronda sendika çalışması yapanlarla tanıştı. Gizli yerler olan taşeronların oturup dinlendiği katları seçiyorlardı. Ardı ardına kararlar alıyorlardı.

Hastane yönetimi kendi taşeron işini kurmuş, avantalarına konuyorlardı. Ya taşeron işçileri? Beyaz kunta kinteleri oynuyorlardı. On beş ile yirmi gün arası on beş kişiye yakın insanı kapı önüne koyuyorlardı. Sıra kime gelecekti? Taşeron işçilerini bunalıma sokan bu sorunun yanıtıydı. Herkesin her an atılma riski vardı. Atma sebepleri hep aynıydı:
“İtaatsizlik. İş verimliliğinden kaynaklı atılmalar.”

Rektöre, Başhekime derken üst kademede olan sömürücülere, ezicilere, emek düşmanlarına öfke büyüktü. Tek yol sendikalaşmaydı.  İdare sendikalaşma çalışmasını biliyordu. Ama kimlerdi? Hastanede olan yolsuzluğu dile getirdiler, toplumsal düşünceyi savunan gazetelerde dönen dolaplar yazıldı. Her çıkan gazete idare binasında bulunan yönetime kapı altından gazete atılarak duyuruldu.

İdarenin emek düşmanlığı arttıkça arttı. Kırk beş kişi kapı önüne konuldu. Ardından elli beş kişi daha kapı önüne konuldu.

Yemekhanede Diyetisyen Sakıncalı ve diğer memur aşçıların, taşeron çalışanların sorumlusuydu. Bir öğle üzeri Sakıncalıyı Diyetisyeni odasına çağırır. Odası arka kapıdan içeriye alınan yiyecek malzemelerinin giriş kapısına yakın her iki tarafı camdan olan ve arkası boydan boya duvar olan küçük bir yerdi.
“ İşçileri sendikalaşması için çalışıyormuşsun? Birde bölücü faaliyetin varmış?”

Sakıncalı hangi hainin ispiyonladığını anlık düşünürken:
“ O ite söyleyin! Benimle yüzleşsin. Sendikal çalışmam yoktur. Ne bölücülüğü yapmışım? Kültürü ve dili olan insanları savunmak suç değildir. Biz aynı yerden sayılırız. Senin de bir anadilin var.”
“Hemşeriyiz ama hiç yardımcı olmuyorsun?”

Sakıncalı kendisini zor tutuyordu:
“ Benim yerim bellidir. Ben emeği savunuyorum. Hastanedeki sömürücü doktorları, yönetimi savunmuyorum.”

Odadan ayrılır ayrılmaz bölümüne gelir gelmez avazı çıktığı kadar bağırdı:
“Hangi emek düşmanı beni gammazladı? Bulursam…”

Aşçıların sorumlusu ve bir Memur aşçı yanına ayrı ayrı geldi. Sözbirliği etmişçesine:
“ Sana kimin köstek olduğunu bulacağız. Yalnız saldırmak yok!”

Sakıncalı söz verdi her ikisine saldırmayacaktı.

Belirli aralıklarla geldiklerinde kendisini şikâyet edenin adını duyduğunda:
“ Taşeron işçisi Sıskaydı.”
Gözleri karardı. İnanamadı. Oysa Taşeron kadın bir gün Sakıncalının yanına gelip:
“ Eniştemiz olur. Dili, kültürü başka olduğu için burada barındırmazlar. Senin toplumsalcılığını biliyorlar. Sana saygı duyanda var. Korkanda! Onu korusan?”

Onu korudu, ona güvendi. Sendikal mücadelesini ona anlattı.  

Zaman içinde onu Sakıncalı sıkıştırdı. Taşeron kadın bir gün Sakıncalıya:
“ Eniştem bir cahillik yapmış! Bin pişman. Onu afetsen.”

Sanki gözleri yerinden çıkacaktı:
“ Affedilecek bir durum mu var? Sendikal çalışmam ortaya çıktı. Bölücü diye hastane yönetimi biliyor. Yakında kapıya koyulurum.”

Sakıncalı geçmişe gidince canı yandı. Yerinden kalkarak mutfağa su içmeye gitti.

Suyunu içer içmez balkona çıktı. Uzaklara dağlara doğru bakındı. Ötesini göremedi. Aklı işinde son güne takıldı.
 Öğleden sonra çıkış saatini erkene aldı. Sendika için çalışmasını yapmak için hastaların yattığı katlardaki taşeron işçilerini ziyaret etti. Saat dörde gelirken hastaneden ayrıldı. Bitişikte benzin istasyonu vardı. Lambalarda beklerken yeşil ışık yandı. Karşı köşede bekleyen dolmuşa yetişmek için koşmaya başladığında bir ses duydu:

“ Dur…”

Üzerine alınmadı. Dolmuşa yaklaştığında etrafı sarıldı. Cebinden birisi güvenlikçi kimliğini gösterdi. Apar topar yere yatırıldı. Üzeri arandı. Yerden kaldırılarak gelen beyaz dolmuşa bindirildi. Dıştan görünümü hurdaya benziyordu.

En arka koltuğa oturtuldu. Kimliği alındı. Sakıncalı başını arkaya çeviriyordu. Eşinin alınacağı hissine kapıldı. O da ayrı dolmuşa alındığında hareket edildi. Önde şoför koltuğunun yanında oturan Kır saçlı, iri yarı olan:
“ Kime bakıyorsun?”

Hiçbir yanıt vermedi. Aynı kişi:
“ Eşini de aldık.”

Sakıncalı moral olarak çöktü. Kır saçlı, iri yarı olanı:
“ Hangi gruptansın? Yazılarını kimin için yazıyorsun?”

Sustu. Yollar Sakıncalıya uzunmuşçasına geliyordu. Oysa yarım saat sonra başka bir hastanenin acilinden içeriye girmişlerdi. Merdiven altında bir doktor odası vardı. Ona hiçbir şey demeden, muayene etmeden kâğıda bir şeyler karaladı. İstediğinizi yapabilirsiniz demeye getirdi.

Çok geçmeden çok katlı bir binaya giriş yapıldı. En son katta üzerindekiler emanete alınıyordu. Eşi geldiğinde onunla bakıştı. Ona gülümsedi. Sakıncalıya:
“ Niye getirildik?”

Dediğinde:
“Bilmiyorum.”

Dediğinde:
“ Konuşmayın! Önünüze bakın!”

Sesler birbirine girdi. Güvenlikçilerden gözlüklü, zayıf olanı Eşi için:
“ Bunu bana verin. Hesabını düreyim.”

Emanetleri alan:
“ İlk önce üzerindekileri alayım. Sende bana bir imza verir kadını alırsın!”

Anında bir hamle yaptığında bağrışmalar oldu:
“Önüne dön!”

Önüne dönmedi, dönemedi. Başından terler boşalmaya başladı. Birileri sanki başını mengeneyle sıkıştırıyordu. Ayakuçlarında yükseliyor hissi uyandırdığında, göğüslerin ileriye doğru yerinden fırlayacakmışçasına, gözleri karardı.  Eşinin ve güvenlikçilerin sesleri duyuluyordu:
“Sakıncalı! Sakıncalı…”

Aradaki zamanı hatırlayamadan bir ara gözlerini açtığında apartmanları gördü ve gözleri tekrardan kapandı.

Bir ara kendisine geldiğinde kadın doktorun sesi ile gözlerini yarı baygın açtı:
“ Bu bizlik hasta değildir. Hemen yan odaya alalım. Her an yolcu olabilir.”

Gözleri kapalıydı. Saatlerin geçişini göremedi.

Kızıl saçlı, hafiften sakallı bir genç doktor vardı:
“ Ne yaptınız da bu hale geldi?”

Güvenlikçilerden birisi:
“ Biz ne yapacağız! Kendisi rahatsızlandı.”

Gece olmuştu azda olsa gözlerini açtığında güvenlikçilerden biri:
“ İyi misin? İyisin iyi. Hadi gidelim!”

Sakıncalı sus pus gözlerini yumdu o yumuş. Bir ara Kızıl saçlı, hafiften sakallı bir genç doktoru güvenlikçiler sıkıştırıyordu:
“ İmzala kâğıdını da biz gidelim.”

“Hastanın durumu iyi değil sabaha kadar bekleyecektir. Her an her şey olabilir.”

Gözleri kapanıp açılırken Kızıl saçlı, hafiften sakallı bir genç doktorun sesi duyuldu:
“ Ben imzalamam! Sorumluluk alamam. En üst katta kardiyolojide sorumlu doktor var; alın bu yapılan tetkikleri onaylasın çıkış versin; bende imzalarım.”

Nihayet Sakıncalı oradan alındı. Kızıl saçlı, hafiften sakallı bir genç doktor ona çaresizlik içinde baktı. Sakıncalı giderken ona dönüp baktığında:
“ Hocam emeğin için sağolasın.”

Yanıt yerine başıyla onayladı.’

Sakıncalı içeriye girdiğinde yatağına giderek uykuya daldı.

Sabahleyin erkenden kalktı. Kahvaltıyı hazırlamaya başladı. Eşi de yarım saat sonra geldi. Kalan eksiklikleri birlikte hazırladılar. Televizyon haberlerinde atmasyonları dinliyorlardı. Gayet güzel bir tablo çizilmişti. Herkesin yüzü gülüyordu. Bir değeri vardır havasından gidiyorlardı. Enflasyon canavarı yerle bir olmuş, refah içinde yüzer olmuş vatandaşcıklar.

O gün kendi semtinin pazarıydı. Sakıncalı:
“ İşten geri kaldım. Elektrik, su ve diğer giderler için para lazım. Yavaştan kendimi zorlamadan pazara gideyim.”

Eşi ona bakarak:
“ Belediye Başkanıyla arası iyi olan geçmişteki yol arkadaşlarınla bir konuşsan!”

Sakıncalının yüz ifadesi değişti:
“ Konuştum! İki kez ama… Yapmadılar. On iki eylül bin dokuz yüz seksen askeri darbesi bu kadar koymadı. F Tipi tabutluğunda yatmamda koymadı. Yol arkadaşlarımın beni aramamasına, sana herhangi bir derdin var mı? diye sormamalarına içerliyorum.  

Yalnız kaldık. Bir halkı ve halkları savunmanın bedeli çok ağır oldu. Yaşayacağımız varmış, yaşadık. Ağır bir yaşam deneyi yaşadık. Bu günlerde geçecek. Dönek değilim! Satılık değilim! Toplumsal düşünceyi savunuyorum.”

Pazara doğru geçmişi düşünerek yürümeye başladı. ‘Bu sokakların dili olsa da bir konuşsa?’

Pazarın bir üst sokağından yürürken Roman aileye denk geldi. Merhabalaştılar. Sakıncalı:
“ Eşyaları ortalığa salmışsınız. Zabıtalar birazdan devriye nöbeti atar?”

Roman Adam:
“ Bir tur erkenden attılar. Bir daha gelmezler. İki pazara gelmedin?”

“Üşütmüşüm. Yatağa çakılı kaldım. Ne var ne yok?”

“ Bildiğin gibi zabıtalar geçende üçkuyular pazarını sıkıştırdı. İlin zabıtaları ile üst düzeyleri boy gösterisi yaptı. Mal kaptıran olmadı. Öğleye kadar satış yapamadım.
Birde bu karı var. Başımın belası.”

Sakıncalı bu lafa içerlemiş, sakin olmaya çalışarak:
“ Senin eşin, can yoldaşın. Öyle söylemek sana yakışmadı.”

Roman Kadın gülüyordu. Roman Adam:
“ Bu kadın benim hayatımı bitirdi. Yıllar önce dilencilerin şoförü bendim. Buradan başlar kilometrelerce geçtiğimiz illeri, kasabaları, ilçeleri, köyleri dolaşırdık. Ben dolmuşta kalırdım.

Dilenmeye çıkanlar etrafa dalar, enayi avına çıkardı. Herkesin tahtadan bir kutusu vardı. Paralarını oraya bırakırlardı. Üzerlerinde para bulundurmazlardı. Yakalandıklarında fazla para kaptırmamak için bu yolu uygun görmüşlerdi.

Sigortam vardı. Maaşım vardı. Bana sigara alan alanaydı. Yemeğim bedavaydı. En son gittiğimiz yerin tersinden geriye doğru gelirdik. Girmediğimiz yerleşim birimi kalmazdı.

Aşk bu! Bula bula bu cadalozu buldum. Evleninceye kadar çıt yoktu. Evlendikten sonra:
“Bu karıyla, şu karıyla yatıyorsun” diye diye gül gibi işimden oldum.
Dişlerim dökük yaptıramıyorum. Düştüğüm hallere bir baksana?”

Ona bakındı ve başını eşine çevirdiğinde:
“ Olan olmuş, yaşananlar sır perdesine dönüp kalmış. Bundan sonrası ise mutlu olmanızdır.”

Sakıncalı kendi derdini unutarak, tezgâhı boynunda pazarın içine doğru yürüyordu.

Hüseyin Habip Taşkın
23.10. 2018





23 Ekim 2018 Salı

Sakıncalı 1.Bölüm https://pirtukweje.wordpress.com/2018/10/23/oeykue-hueseyin-habip-taskin-sakincali/?fbclid=IwAR2FOKGeJIQgc64dmDcVZxivaBwTBaScrxX-qdPGhUTtmHPZBYZD6X0D79U


                                           SAKINCALI
                                              1.     Bölüm

Saatin materyalleri sanki beynindeydi. Her sabah aynı saatte kalkardı. Bugün de iş aramaya koyulacaktı. İş ilanları üzerinden adreslere uğrayacaktı.

 Sakıncalı, dört duvar arasından çıkalı bir hafta olmuştu. Dışarıdan davası sürmekteydi. Nasıl iş bulacaktı? Ortalıkta öylece yalnız kalmıştı. Geçmiş yılların sayfasında mücadele verdiği yol arkadaşları neredeydi? “Birden fazla topluluk coğrafyamızda yaşıyor, kültürüyle, diliyle demesinden midir,” yalnızlaştırıldığı? Nedendir?

İş lazımdı. Para lazımdı, evin ihtiyaçlarını karşılaması, yaşamını devam ettirmesi için ama nerede?

Dört duvar arasına, demiri çokça olan yere düşüncesini yazıya döktüğü için girmişti. Bu gezegende toplumsal düşünceyi savunmak hâlâ yasaktı.

Komşu kadın Çok Konuşan bu semte taşınalı birkaç ay olmuştu. Muhtar olmasa da sokağın, mahallenin bilmişiydi. Ya da bilmiş geçineniydi. Sakıncalı’yı tanımasına gerek yoktu. Havadan uçuşan haberlerle yetinmeyi bilen biriydi. Sakıncalı için ağzındaki sözcükleri bir ileri geri yaparak:
“Yahu komşular ona mı kalmış düşünmek, yazmak işi? Koca Rabbime şükürler olsun ki, başımızda Bir Bilenimiz var. Her şeyi car car diye konuşur. Yol gösterir bize. Yumruğunu masaya vurur. Postasını koyar. Gözü karadır. Her şeyim feda olsun ona.”

Komşular şaşkındır. Şaşkın olsa da konuşmaya devam eder:
“Bu daha çocuk, Bir Bilene karşı gelinir mi? Başımızdaki merhametini göstermiş, iyi ki sallandırmamış darağacında?”

Sakıncalı’yı tanıyan komşularının ağzında fermuar varmışçasına kapalı olduğundan konuşamamışlardı. Oysa onun mahalleliye yardımı zaman zaman olmuştu. Demek ki unutmayı çabuk kavrayan bir yapıya bürünmüşlerdi.

Sakıncalı, arkasından konuşulanlardan, ekleme, çıkarma yapmalarından habersizdi. Sokağa çıktığında, pencereden aşağıya doğru sarkan tülün arkasındaki gözler ve gözlerin sahipleri düşünce olarak kayıt altındaydı.

Sakıncalı’nın aklında sadece bir iş ve sigorta vardı.

Geçenlerde birkaç işyeri temiz kâğıdını Adalet Dağıtıcılarından almasını istemişlerdi.  Oradan çıksa çıksa simsiyah kurukafa çıkardı.

Kahvaltıyı Eşi’yle yaptı. Kendisini acele yoldan kapı dışında buldu. Her işyerinde hüsranla bitişler olduğundan dolayı ayakları dükkândan içeriye girmek istemiyordu. İş konusunda çok bunaldı. Yine de umudunu karanlığın kollarına bırakıp yok olmayı seçmedi.

Sakıncalının oturduğu apartmanın yanındaki apartmanın altındaki dükkânda bir marangoz dükkânı vardı. Çekik Gözlü orayı işletiyordu. Pazar günleri hariç Sakıncalı, Çekik Gözlü’ye:
“Günaydın ustam.” Derdi.

O ise elindeki işi ya da dükkânının önünü temizlerken, hortumla sularken şeytanın kardeşini görmüşçesine elindekileri bırakıp kaçardı. Sakıncalı olanlara üzülürdü. Bazı günler dükkân açık olur içeride kendisi yoktu. Nedenini tahmin etmekteydi. Bir gün ‘Bu işi nasıl halledeceğim?’ diye düşünürken aklına Çekik Gözlü’nün hemşerisi olan Çekik Gözlüm geldi.

İş aramalar devam ederken sokak arasında Çekik Gözlüm’e denk geldi. Ona olanı biteni anlattı.  Birkaç gün sonra öğlene doğru dükkânda üçü buluştuğunda, Çekik Gözlü’nün eli titriyordu. Oysa ince uzun boyluydu. Saçları az da olsa döküktü. Gözlüklüydü. Küçük piknik tüpünde çay demlikte demleniyordu. Sakıncalı:
“Kolay gelsin ustam.” dedi.

“ Saaağooolasın arkaaadaaaş.”

İskemlelerde birbirlerini görecek şekilde oturdular. Çaylar içilirken Çekik Gözlüm:
“Sakıncalı, toplumsalcılığı, eşitliği, paylaşımı savunuyor. Buraya geldiğimde bana yakınlık gösterenlerden birisidir.” dedi Çekik Gözlü’ye. “Sana gelelim; neden bundan ürktün? Büyük Dev Adam olarak mı algıladın?”

Çekik Gözlü susmayı tercih etti.  Çekik Gözlüm soruları arka arkaya soruyordu. Yanıt alamayınca araya Sakıncalı girdi:
“Artık barışı sağladık. Zamana bırakalım.”

Çekik Gözlü’nün dili birden özgürleşti:
“Senin dediğin daha mantıklı olur.”

El sıkışıp ilk ayrılan Sakıncalı oldu. İkisi baş başa kalmış konuşuyorlardı.
Sabahları Sakıncalı:
“Günaydın ustam.” dediğinde, Çekik Gözlü: “Günaydın komşum.” demeye başladı.

Zaman içinde dükkânda çaylar içildi. Sohbetler edildi. Sakıncalı’nın içini kemiren; ‘benden neden kaçıyordu?’ sorusunun yanıtıydı.

Sonunda boynunda bir bez parçası bağlantılı taşıyacak pimapenin malzemelerinden bir tabla yaptırdı. Semt pazarlarına ve diğer pazarlara çıkmaya başladı. Zabıtalarla köşe kapmaca oynuyordu. Sattığı vergi iade zarfları, çakmak, permatik, tıraş bıçağı, yara bandı, kalem ve türleriydi.

Elindekini vermemek için pazara giriş bölümünde zabıta müdürüyle ağız dalaşına girdi:
“Fabrikatörlere, sermayeye ceza kesebiliyor musunuz? Gücünüz bana mı yetiyor?”

Söylemlerle kalaylama düzene girdikçe zabıta müdürü, şefi:
“Hadi git gözümüzün önünde olma!” diyerek başlarından savdı.
Sonunda ruhsal bunalıma girdi. Sattığı her ürünü her hafta zamlı almaya başladı. Ne satacağını şaşırmaya başladı.

Bir akşamüzeri iş dönüşü Çekik Gözlü çay içmeye Sakıncalı’yı davet etti. Karşılıklı otururken konu ikisinin kendi işlerinin zorluğuna geldi. Dertler üst üste geldi.

Çekik Gözlü konuşma sırasında:
“Sen içerideyken Boydan Kısa bana: ‘Sakıncalı çok tehlikelidir. İnsanı böler de geçer. Emrinde binlerce adamı var. Elini kaldırsa bombalar yağar. Diğer elini kaldırsa makinalı tüfekler ok gibi ileri fırlar. Para isterse ver. Bir şey yaptırdığında sakın parasını almayasın yoksa dükkân başına yıkılır. Sağ kalır mısın bilemem?’ dedi. Bende bir korku başladı. Ne berbat yere dükkânı açtım diye. Dükkânı taşımayı düşündüm. Cepte para yok! İşler kesat… Sende içeriden çıkınca aklım uçtu. Seni görünce önümü göremiyordum. Bir yerlere gidiyordum ama bende bilmiyordum. Seni tanıdıkça sade bir vatandaştan farkının olmadığını gördüm.”

Artık pazarlar hariç semtlere ve ilçelere gitmeye başladı. Kazancı zamlar karşısında eriyordu. Aslında kendisi de eriyordu. Eve ekmek götüremiyordu.

Muhbiri, istihbaratçısı, emeklisi, işsizi ve diğerleri işportaya yönelmişlerdi. Bu arada kazanan toptancı oluyordu. Talep olan mallara hemen ekleme yapıyordu. Sistematik olarak her hafta zamlar moral bozuyordu.

Pazarlarda dikkatini çeken dilencilerin on beş günde bir değişim yapmalarıydı. Açıktan şirketleşmişlerdi. Her dilencinin bir sahibi vardı.

Başka bir semtte elleri sağa sola dönmüş, ayağının biri yana dönük olarak yay gibi yürüyen, bol miktarda para toplayan birini gördü. O kişiyi devamlı yan gözle kesiyordu. Bir yandan söylenerek yürüyordu:
“Amma çok duygularıyla oynanan enayi var! Verdikleri parayı ben istesem bana vermezler.”

Adam bağırıyordu. Ara sıra sessizce aciz duruma düşmüş birini oynuyordu:
“Allah rızası için yardım edin!”

Yandan bakışlarını fırlatıyordu.

Başka bir semtin pazarında yokuş yukarı çıkarken Adam, Sakıncalı’nın yanına geldiğinde:
“Yeğenim, beni takip et!” dedi. “Yokuşun sonundan sola dön, az ilerle, balıkçıların tezgâhının arkasında bir çay ocağı var. Çaylar benden.”

Sakıncalı onun arkasından giderken ona verilen paraları saymakla meşguldü.

Çay ocağında Adam dimdik ayakta çayını içiyordu. Başındaki yün örgü olan şapkasını çıkarmıştı. Saçları gürdü. Üzerinde kalın ceketi ile altında kumaş kahverengi olan pantolonu vardı. Aralarında tek tük beyazlar gözüküyordu. Sakıncalı içeriye girdiğinde:
“Yeğenime bir çay!  Parası benden.”

Yeşilimsi boyadan duvarlarda eser kalmamıştı. Köşe yerde tahta sandalyelere oturdular. Önlerinde tahtadan yapılma bir masa ve çevresinde iki tane tahta sandalye vardı. Adam konuşmasına başladı:
“Yeğenim seni pazarlarda izliyorum. Satış yapamıyorsun. Bir yandan sana acıyorum.”

Sakıncalı'yı kalbinden vurmuştu. Yüzü kızardı. İçinde cız diye bir ürperti geçti. Yutkunduktan sonra:
“Ben de sana gıpta ediyorum. Güzelce inekten süt sağarcasına insanlardan aldığın parayı cebe indiriyorsun. Sence bu meslek midir? Nedir?”

Adam hafiften gülümsedi:
“Bize bir çay daha getir emmi! Yeğenim zorla almıyorum. Bende para almak için biraz dini olarak dil döküyorum. Kendimi acındırıyorum.  Biraz da figürlerimi sergiliyorum. Enayi olmasınlar canıııımmm.”

“Bu bir kazanç kapısıdır. Herkes kolay zanneder. Aslında zor iştir. Zabıtaya yakalanmayacaksın. Hemen payını vereceksin. Zaten üzerimde fazla para olmaz. On beş dakikada bir avanta gelen para bizi izleyen kişi tarafından toplanıyor. Arabada bulunan tahta kutularımızı bırakıyorlar.”

“Akşama bölüşüyoruz. Başımıza bir miktar adam başı para gidiyor. Şoföre ve o günkü kişiye, paraları gelip alana da para gidiyor.  Bizim iş böyle dönüyor. Başımız geçmişte dilencilik yapmış, işin ehlisidir.”

“Sen işini değiştirsen?”

Gözlerinle umut ararcasına ona baktı:
“Sermayem yok!”

“Yeğenim karnın aç mı?”

Gülümsedi:
“Hayır, sağ olasın.”

Sakıncalı istemeyerek olsa da satışa çıktı. Morali alt üsttü. Sinirden düzene içinden söyleniyordu. On iki, bir arası Adamı köfte ekmek arası yerken aşağı kahvenin bahçesinde gördüğünde cebindeki parayı yoklayarak, yanında bir çay ile gevreğe talim etti.

Pazar günleri bile pazara çıkıyor, emeğinin hakkını alamıyordu. Satılan birkaç kalem, çakmak ile akşamı ediyordu. Vergi iade zarfları zamanı gelince iyi satış oluyordu. İlk başladığı günlerde kazancı iyiydi.

“Çakma” cümlesini seyyar satıcı arkadaşlarından duydu. Çakmaklar, piller ülkesinde de vardı. Arkasından kalemler, pilot kalemler geldi. Permatikler de çakma olarak piyasada yerini aldı. Birçok müşteriden olumsuzlukları dinledi. Demek ki işleyiş yapısında moda böyle işliyordu. Kalite kalitesizliğe dönmüştü ama neden?

Bir akşam Eşi’yle sohbet ediyorlardı:
“Ülkemizde kalite denilen olay kalktı. Kontrol denilen mekanizma formaliteyle işleniyor. Tüketim toplumuna doğru gidiyoruz.”

Eşi ona bakarak:
“Kalite sıfır. Hormonlu yiyecekler bizlere sunuluyor. Radyasyonlu çayları içmeye devam ediyoruz. Bir yandan kalitesiz mallar! Gelecek kuşaklara kötü bir miras bırakıyoruz.”

O gece sorunlarını konuştular. Acaba kaç kişi sorunlarını konuşuyorlardı? Çözüm olarak ne gösteriyorlardı?

Sakıncalı’nın sırtında sırt çantası vardı. Elinde tablası, diğer elinde naylon poşette tezgâhına koyacağı eşyaları vardı. Belediye otobüs durağına doğru sallana sallana geldi. Kalabalık azdı. İlk gelen belediye otobüsüne bindi. Sırtındakini çıkartarak oturduğu yerin ayakaltına bıraktı. Tabla ve naylon poşet üzerinde duruyordu.

Kendisi de hemen uykuya geçti. Beşiğin sallanmasına benzer sallanmayla sallanıyordu. İneceği durağı geçtiğini kendisine geldiğinde fark etti. Hemen ilk durakta aşağıya indi.

Eşyasını tablaya koyup, sırt çantasını da sırtına yükledi. Tablayla bağlantılı bir bez parçasını boynuna geçirdi. Böylelikle kalabalığa daldı. Gözleri zabıtalardaydı. Temkinli gidiyordu. Bir yandan Adam’a bakınıyordu. “Nerede kaldı?” diye söylendi. Kocaman pazardı. Nihayet üç tane pilot kalem satınca hafiften gülümsedi.

Aşağıya doğru iniyordu. Karşıdan Adam’ı görünce gülümsedi. Yanına doğru ilerlediğinde:
“Nerede kaldın?” dedi.

Adam sıkkın:
“Başımıza buyruk olan şu hurda dolmuşu değiştirmedi gitti. Sabah sabah bozulacağı tuttu. Tamirhanenin önünde toprağa hepimiz kök saldık. Gır gıııırrr diye gideceği yere gidiyordu. Bir de bir o yana bu yana dans edercesine sallanıyordu.”

“Geçmiş olsun.”

“Sağ olasın. Bana takıl çay ocağına doğru gidelim. Bir enayi takılır da para atar, böylelikle siftah yapmış olurum.”

O önden, Sakıncalı arkasından ağır ağır yokuş yukarıya çıkıyorlardı. Enayiler takılıyordu. Bolca para veren de vardı. “Gözümün başımın sadakası olsun.” diye söylenenler de.

Sakıncalı hafiften söylenerek:
“Ya enayiler ya! Ne gözünün sadakası be! Kaza da geçirirsin, kanser de olursun! Hay senin sadakana!”

Çay ocağına gelir gelmez tahta sandalyelere oturdular. Adam:
“Yeğenimle bana birer çay ver.”

Çaylar içilirken Adam yüzünü Sakıncalı’ya çevirdi:
“Yeğenim sana acıyorum. İşi değiştirsen diyorum!”

Sakıncalının canı yandı:
“Senin işi yapsam?”

Adam şaşırdı. Ona bakarak:
“Yeğenim bu işin bir kuralı vardır! İlk önce sahibin olmalı, yalnız bu denizde boğulursun. Her yer parsellenmiş durumda. Belirli aralıklarla yer değiştirerek geliyoruz.”

Sakıncalı çayını yudumladıktan sonra:
“Ya tek tek olanlar?”

“Onları belirli saatte dolmuş sırasıyla alıyor.”

Sakıncalı:
“Sizler o zaman şirkete dönmüşsünüz! Avanta para verip rahatlıkta sağladığınız ana merkezler de vardır. Zabıtaların karışmadığı yerlere tanıklık eden biriyim.”

Adam:
“O işi bilmem, o kadar. Ben parama bakarım. Avantasını almadan bize soluk aldırırlar mı sanıyorsun! Sen çorbana bak! Gerisini boş ver yeğenim.”

O gün satış yaparken ciddi ciddi dilencilik yapmayı kafasına koydu. Gözleri doldu. Bağırmaya başladı:
“Üç tane pilot kalem bir lira, yok mu alan!”

Sakıncalı öfkeli mi öfkeli. Bağırmaya başladı:
“Üç tane pilot kalem beş lira, yok mu alacak bol keriz enayi? Almazsan alma ben de satmıyorum. Ulaaannn...!”

Yanından geçenler anlamsız gözlerle ona bakınıyorlardı.

Hüseyin Habip Taşkın

20.10.2018



SIRANIZI BEKLEMEK İSTEMİYORSANIZ...

     Seçimleri sorgulamamız gerekiyor. Hem seçim yapılıyor ve ardından Kayyım atanıyor.  Yeri geliyor  polis sorgusu, ardından adliyenin yol...