SAKINCALI
2. Bölüm
Sakıncalı
Adama alışmıştı. Pazarlarda gözleri onu aramaktaydı. Ya Adam? Hafiften yarı
bulutlu, az güneşli bir günde Meydan Pazarında Sakıncalı satış bahanesiyle onu
aradı. Aynı yerleri sayısızca, hatta hızlıca geçti. Yoktu.
Can
arkadaşını kaybetmişçesine üzüldü. Pazarın iç kısımlarında Şişman bir kadın
dilenciyle karşılaştı. Ağırdan yürüyordu. Başı eşarplıydı.
O
devamlı gelip geçene elini açar, gözüne sokacakmışçasına öne doğru uzatırdı.
Adam gibi kabiliyetli olmasa da para veren çıkıyordu. Diğer pazarda
balıkçıların yakınına doğru meyve satan tezgâhın önünde Kayınvalidesi ile
gelini onu gördü. Gelin küçük çantasından üç tane onluk çıkartıp Şişmana
verirken:
“Başımın
gözümün sadakası olsun. Kazalardan, belalardan koru yarabbim.” Diye söylendi.
Şişman
sessizce onlara bakındı. Sakıncalı net olmasa da anladıklarıyla cümle
taslağının ne olduğunu anladı. Kayınvalidesi ile gelini hızlanarak onun
yanından ayrıldı. Sakıncalı onlara ulaşmak için dümdüz ileriye yürüdü. İkinci
tezgâhtan sağa dönüp yukarıya doğru gidince onları sebze ve meyvelere bakarken
gördü.
Sakıncalı
önlerinde durunca, Kayınvalidesi ile gelininin suratlarında hafiften bir
tedirginliğin izleri vardı. Sakıncalı konuşmaya başladı:
“
Sadaka diye kadına üç tane onluk veriyorsunuz. Asgari ücret yüz altmış dokuz
lira. Şimdi sen kaza olayından, kanserden, değişik hastalıklardan korunmuş mu
oluyorsun? Seni enayi yerine koymuştur. Para vereceksin, o zaman akrabalarında
gariban yok mu? Mahallende?”
Gelin
biraz şaşkındı:
“
Ben dediğin gibi düşünemedim! Bir daha vermem.”
Sakıncalı
gözleriyle Şişmanı aradı. Tekrar başını Kayınvalidesi ile gelinine çevirdi:
“
O kadın ikinizi hatta üçümüzü silkeleyecek, bizde para nanay, onda tomar tomar
vardır. Anlayacağınız üçümüzü satın alır.”
Kayınvalidesi
ile gelini yanından birbiriyle konuşarak ayrılırlar.
Sakıncalı
diğer işportacılar pazarın işlek yerinde bir aradaydılar. Uzun Boylu:
“
Ne satacağımı şaşırdım! Toptancı bir de hacı, fırsatı hiç kaçırmıyor. Para için
acıma duygusunu yitirmiş. Kazancım düştü.”
Kısa
Boylu şişman:
“
Benim satış yapacağım kalemler bellidir. Bu gidişle başka kalemler satmalıyım
ama neyi?”
Ufaktan,
çaktırmadan toptancıların yapmış olduğu zamlar işportacılık ile geçinenleri
etkilese de insanları da çarpıyordu. Yapılan zamlar karşısında işportacılarla,
insanlar karşı karşıya kalıyordu. Oysa düzenin ana öğesi konuşulmazdı. Düzen zamlarıyla çarpılmak buna
denirdi.
Sakıncalı
yargılandığı mahkemeye gitmemezlik yapmıyordu. Yıllara sarkan yargılanma karşısında
yaşam koşuşturmacası çok zordu. Bir yandan gözetim altındaydı.
Semtin
birinde esnafları dolaşmış, küçücük parkta bulunan tahtadan ince uzun yapılma
demirden her iki tarafı destekli bank dedikleri, insanların oturacağı yere
oturdu. Cebinden çıkardığı paralara baktığında düşüncesinde bunalım dalgası
etrafa çarpıyordu.
Evinden
getirdiği yarım ekmek arası içinde kuru fasulyeyi yemeye başladı. Bir yandan
kendi halini düşünürken, ne yapabilirimi de düşünüyordu? Plastik şişeden suyunu
içti. Açlığını böylelikle bastırdı. Sırt çantasını bankın üzerinde olan
tablanın üzerine bıraktı. Yönünü onlara döndü. Bir elini sırt çantasının
üzerine bıraktı.
Gözleri
hafiften kapanıyordu. Fazla dayanamadı. On on beş dakika uyudu. Uyandığında
soğuk hava giyimine işlemişti. Ayağa kalkarak hızlıca bir ileri geri geldi.
Tablanın
ipini boynuna takarak, dükkân dükkân dolaşmaya başladı. Sollu ve sağlı ala ala
ilerliyordu. Satış yapamadığından moral bozukluğu yaratmaya devam ediyordu. İki haftada geldiği yerlerden sayısız
işportacı geçiyordu.
O
gün eve geldiğinde başının içinden birileri çalışma yapıyordu. Eşi ıhlamur,
adaçayı, elma kabuğu, tarçın, limon karışımı yaptı. Onu zorlanarak içti.
Divanın üzerinde olduğu gibi yatmaya koyuldu. Eşi bir ara soğuk algınlığına iyi
gelir diye aspirin verdi. Pijamalarını giydi yatağa bir yattı. O yatış. Dört
beş güne yakın yatakta dinlendi.
Sakıncalı
divana pencere kenarına oturdu. Güvercinlere bakındı. Bir zamanlar serçeler
çoğunluktaydı. Kumrular geldi. Şimdi güvercinler ama nedense azaldılar.
Nedenini anlayamadığı kuşların çokluğu ve sonradan azlığıydı.
Geçmişe
takılı kaldığında:
‘En
son çalıştığı hastanede eşiyle taşeron işindeydi. Yerleri ayrıydı. Sakıncalı,
taşeronlaşmaya, işten keyfi atılmalara karşı sendikal mücadeleyi esas alarak
işçiler arasında çalışmayı gizliden yapıyordu.
İş
bitiminde bölümlere giderek taşeron işçileriyle konuşuyordu. Daha sonraları
taşeronda sendika çalışması yapanlarla tanıştı. Gizli yerler olan taşeronların oturup
dinlendiği katları seçiyorlardı. Ardı ardına kararlar alıyorlardı.
Hastane
yönetimi kendi taşeron işini kurmuş, avantalarına konuyorlardı. Ya taşeron
işçileri? Beyaz kunta kinteleri oynuyorlardı. On beş ile yirmi gün arası on beş
kişiye yakın insanı kapı önüne koyuyorlardı. Sıra kime gelecekti? Taşeron
işçilerini bunalıma sokan bu sorunun yanıtıydı. Herkesin her an atılma riski
vardı. Atma sebepleri hep aynıydı:
“İtaatsizlik.
İş verimliliğinden kaynaklı atılmalar.”
Rektöre,
Başhekime derken üst kademede olan sömürücülere, ezicilere, emek düşmanlarına
öfke büyüktü. Tek yol sendikalaşmaydı. İdare sendikalaşma çalışmasını biliyordu. Ama
kimlerdi? Hastanede olan yolsuzluğu dile getirdiler, toplumsal düşünceyi
savunan gazetelerde dönen dolaplar yazıldı. Her çıkan gazete idare binasında
bulunan yönetime kapı altından gazete atılarak duyuruldu.
İdarenin
emek düşmanlığı arttıkça arttı. Kırk beş kişi kapı önüne konuldu. Ardından elli
beş kişi daha kapı önüne konuldu.
Yemekhanede
Diyetisyen Sakıncalı ve diğer memur aşçıların, taşeron çalışanların
sorumlusuydu. Bir öğle üzeri Sakıncalıyı Diyetisyeni odasına çağırır. Odası
arka kapıdan içeriye alınan yiyecek malzemelerinin giriş kapısına yakın her iki
tarafı camdan olan ve arkası boydan boya duvar olan küçük bir yerdi.
“
İşçileri sendikalaşması için çalışıyormuşsun? Birde bölücü faaliyetin varmış?”
Sakıncalı
hangi hainin ispiyonladığını anlık düşünürken:
“
O ite söyleyin! Benimle yüzleşsin. Sendikal çalışmam yoktur. Ne bölücülüğü
yapmışım? Kültürü ve dili olan insanları savunmak suç değildir. Biz aynı yerden
sayılırız. Senin de bir anadilin var.”
“Hemşeriyiz
ama hiç yardımcı olmuyorsun?”
Sakıncalı
kendisini zor tutuyordu:
“
Benim yerim bellidir. Ben emeği savunuyorum. Hastanedeki sömürücü doktorları,
yönetimi savunmuyorum.”
Odadan
ayrılır ayrılmaz bölümüne gelir gelmez avazı çıktığı kadar bağırdı:
“Hangi
emek düşmanı beni gammazladı? Bulursam…”
Aşçıların
sorumlusu ve bir Memur aşçı yanına ayrı ayrı geldi. Sözbirliği etmişçesine:
“
Sana kimin köstek olduğunu bulacağız. Yalnız saldırmak yok!”
Sakıncalı
söz verdi her ikisine saldırmayacaktı.
Belirli
aralıklarla geldiklerinde kendisini şikâyet edenin adını duyduğunda:
“
Taşeron işçisi Sıskaydı.”
Gözleri
karardı. İnanamadı. Oysa Taşeron kadın bir gün Sakıncalının yanına gelip:
“
Eniştemiz olur. Dili, kültürü başka olduğu için burada barındırmazlar. Senin
toplumsalcılığını biliyorlar. Sana saygı duyanda var. Korkanda! Onu korusan?”
Onu
korudu, ona güvendi. Sendikal mücadelesini ona anlattı.
Zaman
içinde onu Sakıncalı sıkıştırdı. Taşeron kadın bir gün Sakıncalıya:
“
Eniştem bir cahillik yapmış! Bin pişman. Onu afetsen.”
Sanki
gözleri yerinden çıkacaktı:
“
Affedilecek bir durum mu var? Sendikal çalışmam ortaya çıktı. Bölücü diye
hastane yönetimi biliyor. Yakında kapıya koyulurum.”
Sakıncalı
geçmişe gidince canı yandı. Yerinden kalkarak mutfağa su içmeye gitti.
Suyunu
içer içmez balkona çıktı. Uzaklara dağlara doğru bakındı. Ötesini göremedi.
Aklı işinde son güne takıldı.
Öğleden sonra çıkış saatini erkene aldı.
Sendika için çalışmasını yapmak için hastaların yattığı katlardaki taşeron
işçilerini ziyaret etti. Saat dörde gelirken hastaneden ayrıldı. Bitişikte
benzin istasyonu vardı. Lambalarda beklerken yeşil ışık yandı. Karşı köşede
bekleyen dolmuşa yetişmek için koşmaya başladığında bir ses duydu:
“
Dur…”
Üzerine
alınmadı. Dolmuşa yaklaştığında etrafı sarıldı. Cebinden birisi güvenlikçi
kimliğini gösterdi. Apar topar yere yatırıldı. Üzeri arandı. Yerden
kaldırılarak gelen beyaz dolmuşa bindirildi. Dıştan görünümü hurdaya
benziyordu.
En
arka koltuğa oturtuldu. Kimliği alındı. Sakıncalı başını arkaya çeviriyordu.
Eşinin alınacağı hissine kapıldı. O da ayrı dolmuşa alındığında hareket edildi.
Önde şoför koltuğunun yanında oturan Kır saçlı, iri yarı olan:
“
Kime bakıyorsun?”
Hiçbir
yanıt vermedi. Aynı kişi:
“
Eşini de aldık.”
Sakıncalı
moral olarak çöktü. Kır saçlı, iri yarı olanı:
“
Hangi gruptansın? Yazılarını kimin için yazıyorsun?”
Sustu.
Yollar Sakıncalıya uzunmuşçasına geliyordu. Oysa yarım saat sonra başka bir
hastanenin acilinden içeriye girmişlerdi. Merdiven altında bir doktor odası
vardı. Ona hiçbir şey demeden, muayene etmeden kâğıda bir şeyler karaladı.
İstediğinizi yapabilirsiniz demeye getirdi.
Çok
geçmeden çok katlı bir binaya giriş yapıldı. En son katta üzerindekiler emanete
alınıyordu. Eşi geldiğinde onunla bakıştı. Ona gülümsedi. Sakıncalıya:
“
Niye getirildik?”
Dediğinde:
“Bilmiyorum.”
Dediğinde:
“
Konuşmayın! Önünüze bakın!”
Sesler
birbirine girdi. Güvenlikçilerden gözlüklü, zayıf olanı Eşi için:
“
Bunu bana verin. Hesabını düreyim.”
Emanetleri
alan:
“
İlk önce üzerindekileri alayım. Sende bana bir imza verir kadını alırsın!”
Anında
bir hamle yaptığında bağrışmalar oldu:
“Önüne
dön!”
Önüne
dönmedi, dönemedi. Başından terler boşalmaya başladı. Birileri sanki başını
mengeneyle sıkıştırıyordu. Ayakuçlarında yükseliyor hissi uyandırdığında,
göğüslerin ileriye doğru yerinden fırlayacakmışçasına, gözleri karardı. Eşinin ve güvenlikçilerin sesleri
duyuluyordu:
“Sakıncalı!
Sakıncalı…”
Aradaki
zamanı hatırlayamadan bir ara gözlerini açtığında apartmanları gördü ve gözleri
tekrardan kapandı.
Bir
ara kendisine geldiğinde kadın doktorun sesi ile gözlerini yarı baygın açtı:
“
Bu bizlik hasta değildir. Hemen yan odaya alalım. Her an yolcu olabilir.”
Gözleri
kapalıydı. Saatlerin geçişini göremedi.
Kızıl
saçlı, hafiften sakallı bir genç doktor vardı:
“
Ne yaptınız da bu hale geldi?”
Güvenlikçilerden
birisi:
“
Biz ne yapacağız! Kendisi rahatsızlandı.”
Gece
olmuştu azda olsa gözlerini açtığında güvenlikçilerden biri:
“
İyi misin? İyisin iyi. Hadi gidelim!”
Sakıncalı
sus pus gözlerini yumdu o yumuş. Bir ara Kızıl saçlı, hafiften sakallı bir genç
doktoru güvenlikçiler sıkıştırıyordu:
“
İmzala kâğıdını da biz gidelim.”
“Hastanın
durumu iyi değil sabaha kadar bekleyecektir. Her an her şey olabilir.”
Gözleri
kapanıp açılırken Kızıl saçlı, hafiften sakallı bir genç doktorun sesi duyuldu:
“
Ben imzalamam! Sorumluluk alamam. En üst katta kardiyolojide sorumlu doktor
var; alın bu yapılan tetkikleri onaylasın çıkış versin; bende imzalarım.”
Nihayet
Sakıncalı oradan alındı. Kızıl saçlı, hafiften sakallı bir genç doktor ona
çaresizlik içinde baktı. Sakıncalı giderken ona dönüp baktığında:
“
Hocam emeğin için sağolasın.”
Yanıt
yerine başıyla onayladı.’
Sakıncalı
içeriye girdiğinde yatağına giderek uykuya daldı.
Sabahleyin
erkenden kalktı. Kahvaltıyı hazırlamaya başladı. Eşi de yarım saat sonra geldi.
Kalan eksiklikleri birlikte hazırladılar. Televizyon haberlerinde atmasyonları
dinliyorlardı. Gayet güzel bir tablo çizilmişti. Herkesin yüzü gülüyordu. Bir
değeri vardır havasından gidiyorlardı. Enflasyon canavarı yerle bir olmuş,
refah içinde yüzer olmuş vatandaşcıklar.
O
gün kendi semtinin pazarıydı. Sakıncalı:
“
İşten geri kaldım. Elektrik, su ve diğer giderler için para lazım. Yavaştan
kendimi zorlamadan pazara gideyim.”
Eşi
ona bakarak:
“
Belediye Başkanıyla arası iyi olan geçmişteki yol arkadaşlarınla bir konuşsan!”
Sakıncalının
yüz ifadesi değişti:
“
Konuştum! İki kez ama… Yapmadılar. On iki eylül bin dokuz yüz seksen askeri
darbesi bu kadar koymadı. F Tipi tabutluğunda yatmamda koymadı. Yol
arkadaşlarımın beni aramamasına, sana herhangi bir derdin var mı? diye
sormamalarına içerliyorum.
Yalnız
kaldık. Bir halkı ve halkları savunmanın bedeli çok ağır oldu. Yaşayacağımız
varmış, yaşadık. Ağır bir yaşam deneyi yaşadık. Bu günlerde geçecek. Dönek
değilim! Satılık değilim! Toplumsal düşünceyi savunuyorum.”
Pazara
doğru geçmişi düşünerek yürümeye başladı. ‘Bu sokakların dili olsa da bir
konuşsa?’
Pazarın
bir üst sokağından yürürken Roman aileye denk geldi. Merhabalaştılar.
Sakıncalı:
“
Eşyaları ortalığa salmışsınız. Zabıtalar birazdan devriye nöbeti atar?”
Roman
Adam:
“
Bir tur erkenden attılar. Bir daha gelmezler. İki pazara gelmedin?”
“Üşütmüşüm.
Yatağa çakılı kaldım. Ne var ne yok?”
“
Bildiğin gibi zabıtalar geçende üçkuyular pazarını sıkıştırdı. İlin zabıtaları
ile üst düzeyleri boy gösterisi yaptı. Mal kaptıran olmadı. Öğleye kadar satış
yapamadım.
Birde
bu karı var. Başımın belası.”
Sakıncalı
bu lafa içerlemiş, sakin olmaya çalışarak:
“
Senin eşin, can yoldaşın. Öyle söylemek sana yakışmadı.”
Roman
Kadın gülüyordu. Roman Adam:
“
Bu kadın benim hayatımı bitirdi. Yıllar önce dilencilerin şoförü bendim.
Buradan başlar kilometrelerce geçtiğimiz illeri, kasabaları, ilçeleri, köyleri
dolaşırdık. Ben dolmuşta kalırdım.
Dilenmeye
çıkanlar etrafa dalar, enayi avına çıkardı. Herkesin tahtadan bir kutusu vardı.
Paralarını oraya bırakırlardı. Üzerlerinde para bulundurmazlardı.
Yakalandıklarında fazla para kaptırmamak için bu yolu uygun görmüşlerdi.
Sigortam
vardı. Maaşım vardı. Bana sigara alan alanaydı. Yemeğim bedavaydı. En son
gittiğimiz yerin tersinden geriye doğru gelirdik. Girmediğimiz yerleşim birimi
kalmazdı.
Aşk
bu! Bula bula bu cadalozu buldum. Evleninceye kadar çıt yoktu. Evlendikten
sonra:
“Bu
karıyla, şu karıyla yatıyorsun” diye diye gül gibi işimden oldum.
Dişlerim
dökük yaptıramıyorum. Düştüğüm hallere bir baksana?”
Ona
bakındı ve başını eşine çevirdiğinde:
“
Olan olmuş, yaşananlar sır perdesine dönüp kalmış. Bundan sonrası ise mutlu
olmanızdır.”
Sakıncalı
kendi derdini unutarak, tezgâhı boynunda pazarın içine doğru yürüyordu.
Hüseyin
Habip Taşkın
23.10.
2018