28 Kasım 2018 Çarşamba

Balçova Emekli-Sen Edebiyat Ve Sanat Grubu


Balçova Emekli-Sen Edebiyat Ve Sanat Grubu

Edebiyat çalışmasına başladık. Aramızda sizleri de görmek istiyoruz.

28.11.2018

Dünyayı Yöneten Sermayedarlar http://www.realitehaber.com/2018/11/28/dunyayi-yoneten-sermayedarlar/?fbclid=IwAR0SU2LM7Gm9y-qbI5enQ6i4V-mf6Ry8M5aQ7PfGdR8Z1pR8OYzCdEmLx_I




İnsanca yaşamak herkesin hakkıdır. Hakkı olmasına ama o hakkımızı birileri gasp ediyor. Demokrasi adına nutuk çeken, sonrada muhalif gördüklerini yok eden bir dünyada yaşıyoruz. Daha doğrusu yönetenler zalimdir.

Yönetenler; aydınlığa merhaba diyenleri, sosyalistleri, sistemden hoşnut olmayanları sevmezler. Sömürü çıkarlarına dokunanı çıra gibi yakmak, kendilerinde bir hak olarak görürler.

Yasalar koruyucu yasalar! Vatandaşı mı koruyor? Yoksa bir avuç sermayenin çıkarını mı? Susmanın değil, düşünme ve yorumlamanın zamanıdır.

Birde diktatörlerin yasaları vardır. Kan kusturan cinsindendir. Yasaları formalitedir. Kendi egemenliklerini, sömürülerinin devamı için geri kalmış ülkelere modern ölümcül silahlarıyla ölüm yağdırır. Kendi ülkesinde ise duruma göre şerbet verir.

Dünyada yaşamın dengesini bozan bir avuç sermayedir. Bunu ülkeler bazına indirgersek, her ülkenin sermayesi özünde bir diktatöre dönmektedir. İktidara getirdiği partiler, koalisyon hükümetleri ve askeri darbeler sermayedarları korur.

Ya yasalar? Sermayenin daha rahat nefes alabilmesi için yasa düzenleyiciler ellerinden geleni yaparlar. Sömürü çarkının yükünü halkların üzerine yıkar giderler.

Olanlar bir kader değildir. Sadece devlet olanaklarıyla uyutma metodunu her alanda kullanırlar. Sömürü ve talanı duygu sömürüsüyle yaparlar.  Dini duygular, futbol karşılaşmaları, televizyon dizileri ve uyutmaca programları aklımıza ne geliyorsa uyutma programının birer parçasıdır.

Sorun şudur? Hangi ülkede yaşıyorsak yaşayalım. Hangi halktan olursak olalım. Dili, kültürü, ten rengi ne olursa olsun. Hepimiz bir emekçiyiz. Aynı gezegenin havasını içimize çekiyoruz, suyunu içiyoruz.  
.
 Çocuğumuz ve çocuklarımız için yaşamı bize dar edenlere karşı el ele vermeliyiz. Unutmayın emeği ile geçinenler, sömürülenler dünyanın neresinde olursa olsun, el ele vermelidir.

Hüseyin Habip Taşkın
26.11. 2018

http://www.realitehaber.com/2018/11/28/dunyayi-yoneten-sermayedarlar/?fbclid=IwAR0SU2LM7Gm9y-qbI5enQ6i4V-mf6Ry8M5aQ7PfGdR8Z1pR8OYzCdEmLx_I

27 Kasım 2018 Salı

Sakıncalı 6.Bölüm https://pirtukweje.wordpress.com/2018/11/27/hueseyin-habip-taskin-sakincali-6/?fbclid=IwAR10q3vdhLTiHw4v41BLNXc2qMweBu_1IQWOwUBDYUL7HWdEnet8Sg92iFY





Serçe Kuşların ötüşüyle başını ağacın dallarına çevirdi. Daldan dala zıplarcasına geçip duruyorlardı. Beş taneye kadar sayabildi. Sakıncalı mırıldanırcasına:
“ Bende böyle uçabilseydim. Ne sınır olurdu. Nede geçim derdi.”

Kuşları hayranlıkla izledi. Gitme vakitleri gelmiş olmalı ki, kanatlarını açıp arka arkaya uçup gittiklerinde, arkalarından gülümseyerek baktı.
Satış yapmaktan yorulmuştu. Günde tahmini altı ya da sekiz kilometre yürüyordu.  Başka bir iş bulamadıktan sonra yaptığı işi bırakmaya niyetli değildi.

Dükkânlara tekrardan girmeye başladı. Birçok dükkândan eli boş geriye dönüyordu.

Ana caddeye geldiğinde arabalar, otobüsler ağır ilerliyordu. Korna sesleri tek tük duyuluyordu. Karşılıklı Kaldırımda insan seli, birbirine çarpmadan ilerliyorlardı.

Sakıncalı etrafına bakındı. ‘ne tarafa gideyim?’ diye düşündü. Kalabalıkta satış yapamıyordu. Yönünü dükkânlara çevirdi. Üçüncü durağı geçtikten sonra satışı bitirdi.

Belediye Otobüs Durağında gideceği yerin otobüsünü beklemeye başladı. Felç olan trafikte beklediği gelmeyince canı sıkıldı. Etrafına bakındı ve oturacak yer bulamadı.

Otobüsü gördüğünde, içindekileri de görünce içi karardı. ‘Binebilir miyim?’ diye aklından geçirdi. Kağnı arabası gibi gelen otobüse orta kapıdan binebildi. Sırt çantası elindeydi. Öğrencilerin dağılma zamanıydı. Lise ve üniversite öğrencileri çoğunlukta yolculuk yapıyordu.

Balık istifine benzemişti duruşları. Hareket etme olanağı hemen hemen yoktu. Durağın birinde inenler olduğundan koltuğun biri boştu. Sakıncalı vakit kaybetmeden oturdu. Yorgunluk üzerine abandığından gözleri kapandı.

Merkeze geldiklerinde bir Belediye Otobüsüne binmesi gerekiyordu. Durağa gelerek kuyruğa girdi. Burada da yarım saat bekledi. Sonunda gelen otobüse biner binmez, en arka koltuğun solunu alarak cam kenarına oturdu. Gözlerini yeniden kapadı. Otobüsün hareket ettiğini, duraklarda durup kalktığını fark etmedi.  

Oturduğu semte gelince gözlerini açtı. Birkaç durak önceden indi yürümeye başladı. Sağ tarafında bulunan çok katlı binanın altında Karın Doyuran Et Evi vardı. Dışarıda birkaç tane masa ve sandalyeleri vardı. İki masa doluydu. Kadınlı erkekli kim bilir hangi hayvanı sessizce midelerine indiriyorlardı? Yemekle meşgul olanlar etraflarına bakınmıyorlardı.

Sakıncalı’nın gözleri ister istemez yemek yiyenlere doğru kaydı. O masada kendisi olduğunu var sayarak karnının doyduğunu hissetti. Dayanamadı ve hızlıca oradan ayrıldı.

Az ileride çok katlı binanın altındaki pastanede birkaç masada oturanları gördü. ‘Baklava mı yoksa başka bir tatlı çeşidi mi yiyorlardı?’ diye düşündü. Neredeyse masaları boşaltın, tatlıları ben yiyeceğim diyecekti. Demesine ama kendisini frenledi.

Tatlı almak için cebindeki paraya bakmasıyla, yerine bırakması bir oldu. Bir zamanlar aktif olduğunda ‘ hiç kimse bizim yönettiğimiz coğrafyada aç kalmayacak!’ diye ev gezmelerinde ve ikili, beşli sohbetlerde çokça konuşmuşlardı.

Yoksul olan evlere kömür, odun taşımışlardı. Şeker, pilav, bulgur götürmüşlerdi. Şimdi Sakıncalı geçmiş dönemin farklı bir yapısını bugün yaşıyordu.

 O günlerde yol arkadaşlarıyla ölümüne yol almışlardı. Yoksulların sofrası boş kalmasın diye her olumsuzlukları göz önüne almışlardı. Zenginden alıp fakire vermeyi o günlerde sıkça yapıyorlardı. İnsanları kazanıyoruz mantığı daha ağır basıyordu. Yoksullarda söylenen bir söz sıkça duyulmaya başlandı:
“Toplumsalcılar her işimizi hallediyor.”

Düşlerle evinin kapısına geldiğinde, kendisine geldi. Kendisinin yalnız kalışını düşündü. Suratını buruşturdu. Sesini yükselterek:
“ Buda mücadelenin bir parçasıdır. Bugünleri de görmek varmış! Bakalım neler göreceğiz?”

Anahtar ile kapıyı açar açmaz evin içine daldı. Direk balkona geçerek ağırlıklarını divanın üzerine bıraktı. Balkon demirlerinin kenarına yanaştığında, uzaklara dağlara ve betonlaşmaya baktı. Az bir yerinden deniz gözüküyordu.

Başını dağların en son noktasına çevirdi. Tıpkı F Harfi Dört Duvar’da yattığı günler gibi, İkinci katında pencereye çıkar, başını duvarın bittiği yere kadar dayardı. Uzaklara bakmak için ama karşı çatının üst seviyesi buraya kadar diyordu.

Birde diklemesine, aşağı ve yukarıdaki betona ekleme yapılmış, yuvarlak şekliyle kalınca demir parçası sıklığından istediği gibi bakamadığından canı birçok kez sıkılmıştı.

Eşi kapıda durmuş ona bakıyordu. Düşüncesinde esen buruğumsu dalgalanmaların onu nasıl yıprattığının farkındaydı. O yaşama yeni baştan tutunabilmenin, toplumsal düşüncede var olabilmenin mücadelesini veriyordu.

Eşi ona seslenerek:
“ Yemek hazır.”

Sakıncalı başını çevirdiğinde:
“Geliyorum.”

Sakıncalı, önünden birileri yemeğini alacakmış gibi çabuk yerdi. Eşi ara sıra takılırdı:
“ Çiğnemeden mi yutuyorsun?”

“Çiğnemesine çiğniyorum ama nedenini bende bilmiyorum?”

Bulaşıkları Eşi’yle yıkadı. Birlikte balkona çıkıp divana oturdular.  Karşı tarafa bakınmaya, devam ederken Sakınalı:
“ Dolmuş F Harfi Dört Duvar’ın demir kapısına gelip dayanmıştı. İçeridekilere, ‘direnmeyin teslim olun dercesine kapı önünde bekliyorlardı.’ Kapı açılmayınca Amca’nın biri aşağıya inip kapıyı yumrukladı. Ne gelen vardı ne giden. Amca kızgındı.

Sonunda kapı garççç diye açıldı. Dolmuş içeriye girince, sağ tarafta tel örgüler içinde iki kurt köpeği gördüm. Tel örgünün birisi duvar dibinden birazca uzaktaydı. Tel örgünün bittiği yerden biraz uzakta bir tel örgü daha vardı. Tel örgülerin üzerinde duran yuvarlakça ince jilete benzer bir tel örgü vardı. Kaçanların kaçmalarını engellemek için düşünülmüştü.

Dolmuş, iç kapı girişine kadar yanaştı. Hepimiz arabadan indirilmiştik. Biraz bekledikten sonra içeriye alındık. İçerisi epeyce genişti.

Amca’lar işlerini bitirip ayrıldılar. Bizler Dış Güvenlikçilerle baş başa kaldık. Elle, üst ve alt araması oldu. Parmak izi alındı. Yakışıklı fotoğrafım her yönden alındı. Vakit kaybetmeden Dış Güvenlikçiler bizleri içeriye İç Güvenlikçilere postaladı. Orada da aynı işlem yapıldı.

Hafiften Esmer, Yazar ve beni aynı tecritte aldıklarında biran önce uyumak istiyordum. Şubede kala kala kirlenmiştim. Apış aram berbattı. Aramızda hiçbir şey konuşmadık, hemen yataklara çıkıp yattık. Hoparlörden yüksek bir ses:
“ Sayım için hazır olun!”

Komut gelmesine gelmişti ama hepimiz uykuya yenik düştük. Aradan kaç dakika geçti bilemiyorum. Demir kapı ‘dan’ diye açıldı. Üçümüzde yataklarımızdan doğrularak kapıya doğru bakındık.

İçeriye İç Güvenlikçiler doldu. Birde Dört Duvar’ın Sorumlularından Biri, biz onlara onlar bize bakınıyordu. Neyse ranzadan aşağıya inip ayakkabılarımızı giydiğimizde, Dört Duvar’ın Sorumlularından Biri bana bakarak:
“ Bari sen yapma! Eski mahkûmlardansın, bunlara yol yordam göster.”

Der demez kaldığımız yeri boşalttılar. Bizde yataklarımıza yattık.”

Sakıncalı bazı geceler sıçrayarak uyanıyordu. Etrafına bakınıyor, nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Yatak odasında olmasından dolayı rahatlıyordu. Kalkar kalkmaz lavaboya gidip elini yüzünü yıkıyordu. Aynaya kısa bir bakış baktıktan sonra mutfağa gidip, çeşme suyundan birkaç bardaklık su içiyordu. Balkonda divanın üzerine oturup bir saate yakın görmüş olduğu düşün tekrarını yapardı. Aslında yapılanlar kafasının içini doldurmaktan başka bir şey değildi.

Sabah kahvaltısını Eşi’yle yapar yapmaz, ekmek teknesini kuşanıp sokağa çıktı. Belediye Otobüs Durağına gelir gelmez, tanıdık biri var mı diye bir anlık bakındı.

Yıllar önce bu yerleşim birimine gelmişlerdi. O zaman insan sayısı azdı. İlerleyen zaman içinde çok katlı binalar, erik, badem, incir, dut ve birçok ağaçları yerle bir etti. Tarla adına hiçbir şey kalmadı. Açılan imarlar ile dip dibe yapılan çok katlılar. Daracık sokaklar. Birbirini engelleyen binalar ile insanların oturup kaynaşabileceği alanların, çocukların oynayıp, arkadaşlık kuracağı yerlerin olmaması insanlık adına değil, bir talanın ta kendisiydi.

Otobüs gelir gelmez bindi. Arka kapıya yanaşıp kapı ağzındaki koltuğa oturdu. Aklına  F Harfi Dört Duvar geldi. ‘Kalacakları yere gidebilmeleri için  Metal Kapı Dedektörü  X-ray cihazının önüne getirildiler. İç Güvenlikçi Sarı:
“Üzerinizdekileri çıkaracaksınız ve bir külotla kalacaksınız.”

Hep bir ağızdan:
“Ooooo… Olmaz!”

Ağız dalaşı birkaç dakika kapalı alanda sürdü. İstemeseler de soyundular. Kollar ileriye doğru uzatılarak, dizleri üzerlerine eğilip kalktılar.  İç Güvenlikçi Sarı:
“ Sıra halinde tek tek cihazdan geçin.”

Cihazdan geçerlerken, yandaki kapalı cihazın içinden kol saati, ayakkabı, kemer ve benzeri eşyalar geçti. İşleri bitenler giyinmeye başladı. Sakıncalı’nın düşüncesinde, ‘Bizi ne zaman okşayacaklar’ vardı. Altı İç Güvenlikçi ile birlikte,  Ana idari binadan demir kapının açılmasıyla içeriye doğru yürümeye başladıklarında, duvar ve demir yığınından geçilmiyordu. Birde çokça üst köşelere kamera koymuşlardı.

Öğrencilerin yüksek sesle konuşmalarından rahatsız oldu. Yine de ‘ gençler biraz yavaş olun’ demedi. Kendi gençliğini hatırlamıştı o an. Şimdiki gençler gibi ara sıra otobüste konuşma frekansını yüksek tonda tutuyorlardı.

Hüseyin Habip Taşkın
21.11.2018














https://pirtukweje.wordpress.com/2018/11/27/hueseyin-habip-taskin-sakincali-6/?fbclid=IwAR10q3vdhLTiHw4v41BLNXc2qMweBu_1IQWOwUBDYUL7HWdEnet8Sg92iFY

23 Kasım 2018 Cuma

Kara Kedi Kitap Evim, Hüseyin Habip Taşkın ile birlikte. Samed Behrengi


Kara Kedi Kitap EvimHüseyin Habip Taşkın ile birlikte.



Kara Kedi Kütüphanesi kendi gündemine ve edebiyat sohbetlerine devam ediyor.22.11.2018 Perşembe günü ( saat 15.00 ) , bu kez Hüseyin Habip Taşkın arkadaşımızın sunumuyla İran Edebiyatının "Kara Balığı" Samed Bahrengi'yi konuştuk.

Onur mah. Leylak sok. No:26A Balçova/ İzmir

https://www.youtube.com/watch?v=z_TAR2MF0fQ&feature=share 

22 Kasım 2018 Perşembe

Kadınlar Susmayın http://www.realitehaber.com/2018/11/22/kadinlar-susmayin/?fbclid=IwAR2xafp1Mlvj_Que1F-hfwbYDi81A4PqL7MaBywEnsM8M_06o0uHM_I8UO8



TC devletinde kadınlara karşı sözlü saldırı bu kadar açık olarak, çoğalarak AKP iktidarında ilk sırayı aldı. Gelen geçen kadınlar için şöyle giyinmeli, eve kapanmalı, çok çocuk doğurmalı, kocasından şöyle dayak yemeli demeye başladı. Kadınlar hakkında söylemler, bununla bitmiyor. Elbette bu söylemlerden cesaret alanlar, AKP’nin çizmiş olduğu, benimsediği kadın anlayışında yatmaktadır. Bu anlayışı İslam’la bütünleştirerek oluşturmaktadır.


AKP yerini sağlamlaştırırken, amacı kadınları erkek egemenliği altına hepten sokmaktır. Kadın erkek eşitliğini savunmayan, kadercilik ilkesiyle, dini telkinlerle etkileyebildiğini iktidar gücüyle yapmaktadır.

Tarikatlar korosu da bu işin içindedir. Özellikle Erdoğan’a yakın tarikat grupları kadınları aşağılayan demeçler vermeye devam ediyorlar.

Cennet gerçekten anaların ayağı altında mıdır? TC devletinde kadınların öldürülmesinde artış vardır. Cinsel saldırı, sözlü taciz vardır. Dayak vardır. Yapılanlar aslında kadınlara karşıdır. Kadının düşüncesine saygı duymayan bir toplum yaratılmaya ve dayatılmaya çalışılıyor.

Haberlerde, facebookda, internet ortamında kadınların aleyhine söylemleri söyleyenleri görüyoruz. Birkaç gün oluyor:
‘Yerel seçimde hiçbir kadın belediye başkanı adayına oy vermeyeceğim" paylaşımı büyük tepki gören Necmettin Erbakan Üniversitesi Havacılık ve Uzay Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mehmet Karalı, yine Twitter'dan yaptığı açıklamayla istifa ettiğini duyurdu. Rektörlük de Karalı'nın istifa ettiğini açıkladı.’

Bu şahsiyet kadınları aşağılayıcı cümle kurma cesaretini nereden alıyor? Diğer söyleyenler nereden alıyorsa bu şahsiyette oradan alıyor.

Kadınların bedenleri hakkında aşağılayıcı cümlelerin kurulmasında, bir mal olarak görülmesinde erkek barbar sisteminin öz mantığı yatmaktadır.

Oysa kadının kurtuluşu sosyalizmdedir.

Ey susan kadınlar! Beden sizindir. Bir başkası tarafından fetva verilerek, boyun eğmeyin. Sizlerde bir cansınız.

Hüseyin Habip Taşkın.
22.11.2018




20 Kasım 2018 Salı

Sakıncalı 5.Bölüm https://pirtukweje.wordpress.com/2018/11/20/hueseyin-habip-taskin-sakincali-5/?fbclid=IwAR2SdvcHuyQC4Ncki305RFp8GocJulZ2X-OEShDwmhVdZCC9oxb_xccIZbo



Sıcaklar biraz daha arttığında Sakıncalı’nın işine geliyordu. Soğuk havada satış yaparken her yere oturamıyordu. Satış için girdiği bazı dükkânda oyalanmak için gelişi güzel sohbet açıyordu. Kimi dükkân sahipleri çay ısmarlayınca, hele sandalyeye oturunca yorgunluğunu üzerinden atmak için konuşmayı uzatıp, dükkân sahibini de konuşmaya dâhil ediyordu. Çayını bir iki dikişte bitirmiyordu. Yorgunluk çayını midesine indiriyordu.

Bankta otururken Eşi’nin geceden hazırlamış olduğu yarım ekmek arası kızartılmış biber, patlıcan, patates ve üzerine domates sosu dökülmüş öğlen yemeğini birkaç dişleyişte bitirdi. Bir yarım ekmek arası olsaydı eğer onu da midesine indirecekti.

Sırt çantasında bulunan plastik şişedeki suyu ağzına götürür götürmez bir dikişte sonuna kadar içti. Karnı doyduğunda, üzerine uykunun ağırlığı çöktü. On beş dakika uyudu ya da uyumadı. Gözlerini açtığında kendisini dinç hissetti.
hht.jpg

Aklına nereden pat diye düştüyse, yargılandığı davanın başlangıç kısımları geldi.

Televizyonda aleyhlerinde bölücüler, bozguncular diye arka arkaya ilan edilmişlerdi.  Sakıncalı kalp krizi geçirdiği için bitkindi.

Sakıncalı ve diğerlerinin sorgusu bitmişti. Mahkemeye çıkarılacağı gün iki Amca’nın arasında merdivenlerden aşağıya yürüyerek, kapı dışında bekleyen arkada duran beyaz dolmuşa bindirildi. İki dolmuşa gözaltına alınanlar bindirilir bindirilmez, ilk önce yavaşça hareketlendi. Bahçe kapısı çıkışından sağa dönüldüğünde, şoför ayağıyla benzin pedalına yüklendi. Sakıncalı anlamsızca bakınıyor, hemen uykuya dalıyordu.

İlk getirildiği hastane acil önünde dolmuşlar durduğunda,  teker teker merdiven altındaki yere getirilerek, Doktor’un karşısına çıkarıldılar. Doktor sesiz sinemanın başaktörüydü. Muayene etmedi. “Neyin var?” demedi.  Alın bunları tepe tepe kullanın demeye getiren beyaz kâğıda karaladığı yazıların altına imzasını ve mührünü gönül rahatlığıyla bastı.

Her şey demokrasicilik kılıfına göre ayarlanmıştı. Sıra Yargılayıcı’ların bulunduğu yöne doğru dolmuşlar hareketlendi.

Sakıncalı düşünecek halde değildi. Yaşadıklarının ‘bir düş olmasını’ aklından geçirdi. Bir ara alt dudağını ağzının içine doğru alarak, alt ve üst dişleri arasında sıktı. Canının yanmasıyla yaptığı uygulamadan vaz geçti. Biran önce her işlemin bitmesini istiyordu. Ağrısı tüm organlarında cirit atıyordu.

Dolmuşlar, Gözleri bağlı bir elinde terazi, diğerinde kılıç olan bir heykel önünde durduklarında Sakıncalı ile diğerleri indirildi. Arka kapıdan içeriye alınarak asansörle yukarıya Yargılayıcı’nın bulunduğu kata çıkarıldı.

Dar bir koridor, ince ve uzundu. Sol ve sağ tarafta birçok kapı vardı. Sakıncalı ‘kapıların üzerine geldiği’ hissine kapılarak derinden bir nefes alıp verdi. Amcalar Yargılayıcı’nın odasını bulmuşlardı. Yargılananlar teker teker içeri alınıyordu. İfade ağırdan alınıyordu. Amcalar sabırsızlanıyordu. Mesaileri bitecekti. Biran önce evlerine gitmek istiyorlardı.

İfade alımı uzadıkça Amcalar Yargılayıcı’ya kızıyorlardı. Çekinmeseler ana avrat söveceklerdi. Kol saatlerine bakıp “Oooff” diye aralarında çekende vardı. Ara sıra yargılananlara pis pis bakıp ‘sizin yüzünüzden evimize’ gidemiyoruz demeye getiriyorlardı.

Sakıncalı kesin olmamakla birlikte kendisini İhbar edeni tahmin ediyordu. O kişiyle sadece edebiyat ve toplumsalcılık üzerine konuşmaları vardı. İhbarcı hakkında bilgiyi sonradan edinmişti. O zaman Sakıncalı:
“ Kazığın üstüne oturdum.” Demişti.

İfadeler biter bitmez iki Kadın, iki erkek serbest bırakıldığından tek dolmuşa bindirildiler.  Birisi Sakıncalı’nın Eşi’ydi. Diğeri edebiyat üzerine sohbet ettiği arkadaşının eşiydi.

Akşam trafiğine denk geldiklerinde Amcalar söylenip duruyorlardı. İlçenin ortasında kalan eski bir Dört Duvar arasının bulunduğu yere saatler sonra geldiklerinde, demir kapıyı Dış Güvenlikçiler açıp dolmuş içeriye girdi. Demir kapı tekrardan kapandı.

Sakıncalı on iki Eylül bin dokuz yüz seksen öncesinde burada yatan yol arkadaşlarını ziyaret için birkaç kere gelmişti. ‘Burada kalırsam iyi olur’ diye aklından geçirdi. Yeni açılan, yerleşim biriminden çok uzakta olan Dört Duvar arasının koşulları daha zor olduğunu biliyordu.

Dış Güvenlikçi’lerden hafiften Şişman olanı parmak izi alıyordu. Diğeri fotoğraflarını çekerken:
“ Şöyle dur. Dik dur. Yan dur. Başını dik tut…”

Diye uyarıyordu. Belki de konuşmayı yapan kişi görevinin etkisinde kalarak komut olarak vermiş olabilirdi?

İşlemler burada bitse de, İç Güvenlikçi’lerle işleri vardı. Burada da aynı işlemler yapılırken, İç Güvenlikçi’nin birisi ince uzun sopalarla, copları kucaklayarak geldi. Bir küçük büstün arkasına koydu.   Bu büst, ülkeyi kurtaran kişi olarak ders kitabında yerini almıştı. Şimdi büstün önünde sıra okşanma zamanıydı. ‘Bıraktığın yoldan gidiyoruz’ zamanıydı.

Dört Duvar’ın yöneticilerinden Sorumlu Biri geldi. Amcalarla karşılıklı el kol hareketleriyle yüksek dozajda konuşuyorlardı.  

Amca’nın birisi:
“ Başlarım ben böyle kanuna.”

Dedikten sonra:
“ Bölücüleri ve bozguncuları F Harfi Dört Duvar kabul ediyormuş.” Dedi.

Sakıncalı ve diğerleri okşanmaktan şimdilik kurtulmuşlardı. Ya gittikleri yerde ne olacaktı? Nasıl bir okşanma olacaktı? Hangi sürprizler bekliyordu?

Dolmuş trafikte sıkışmış araba sürüsü içinde kağnı arabası gibi gidiyordu. Amca’lardan Tombik olanı şoförün yanında bulunan koltuktan başını arkaya çevirerek:
“ Soruşturma bitti. Hanginiz sorumlusunuz?”

Hiç kimsede çıt yoktu. Aynı kişi Sakıncalı’ya dönerek:
“ Sorumlu sensin bunlarda altındakiler değil mi?”

Sakıncalı sessiz kaldı. Aynı kişi başını Hafiften Esmer’e çevirdi:
“ Senin tipin sorumluya benziyor. İkinci kişi kim?”

Yanıt alamayınca başını öne çevirdi. Ortada bir sorumlu ve yardımcısı lazımdı.

Yerleşim biriminin dışına çıktılar. Ormanlık alanın içinden epeyce yol aldılar. Yolda arabaya benzer bir şeyle karşılaşmamışlardı. İki ayaklı yürüyen bir canlıda yoktu.

Sebze ve balık halini geçtikten sonra otoban köprüsünün altından geçerek dolmuş tam gaz gidiyordu. Sakıncalının uykusu ağır bastı. Ne kadar uyuduğunu hatırlamasa da, ani bir frenle koltuğun üstünden uçacakmış hissine kapıldı.

Dolmuş zikzaklı yoldan acelesi varmışçasına başını almış gidiyordu.  Sakıncalı uykunun esiri olmuş, ikide bir gözleri kapanıyordu.  Amca’lardan Tombik olanı:
“F Harfi Dört Duvar’ı nereye yaptılar böyle? Mesaimiz bittiği halde çalışıyoruz.”

Lafın gerisini getirmedi.

Sakıncalı konuşmalardan rahatsız olmuş olacak ki gözlerini açtı. Etrafına bakındı. Aşağıda büyük alana kurulu bir yapı vardı. Dış duvarları boydan boya uzuncaydı. Yüksekliği alabildiğine yüksekti. Sayısız çatısı gözüküyordu. Önden ve arka kısımlarda sayısız kuleler vardı. Kulelerin içinde seçilmeyen birileri hareket halindeydi.

Sakıncalı’nın uykusu kaçtığında, ‘F Harfi Dört Duvar dedikleri yer burası olsa gerek’ diye düşündü! O günün televizyon kanallarında ballandıra ballandıra, spikerler, yorumcular, gazetelerin çoğunluğu olmakla birlikte köşe yazarları aynı koronun tüm bileşenleri olarak, atılan manşetler “tutuklulara ve hükümlülere altın kafesten dinlenme tesisleri yapılmıştır. Hoş geldiniz.” Dercesine insanların aklıyla alay ederken, uyutma seansları da aynı zamanda yapılıyordu. O günün Ortak Yöneticiler’inin yapmış oldukları, beyin yıkama operasyonunun sadece bir dalgasıydı.

Bu yerin ne hırlı yer olduğunu Toplumsal Düşünceyi savunanlar biliyordu.

Bu olanlar piyasada tartışılırken, derinden gelen pis kokular, planlar üzerinde yorumlamalar tüm hızıyla devam ediyordu.

Toplumsal Düşünceyi savunanları F Harfi Dört Duvar arasında tabutluk denilen yerde eritip, onurlarını yok edip düzene ayarlı bir eleman olarak yetiştirmekti amaçları.

Bu coğrafyada öyle bir gün geldi ki, karabulutların gökyüzünden yeryüzüne Dört Duvar arasında tutulan Toplumsal Düşünceyi savunanlara karşı açıktan ölüm tamtamlarını çaldıkları bir gündü.

Gümbür gümbür kulakları sağır eden ölümcül silahların, ateşlerin, çığlıkların, sloganların birbirine karıştığı, adına ‘Hayata Nah Döndürürüz’ vahşet dansını Ortak Yöneticiler ile Militarist Güçlerin birliğiyle gerçekleşmişti.

Sakıncalı o gün yaşananları televizyon karşısında gözleri yaşlı izledi. Bir ara sesini yükselterek:
“Ah o kiralık, satılıklar yok mu?”

Spiker eline tutuşturulan kâğıt parçasına bakarak konuşmasına devam ediyordu:  
“İçeride ölümcül silahları varmış, yığınak yapmışlar…”

Ve benzeri ıvır zıvırlarla yalana dolana sarılmışlardı.

Onun için mi otuz canı canından etmişlerdi?

Sakıncalı kuşbakışı baktığı F Harfi Dört Duvar’a, canı bir kez daha yandı. Aklına buraya getirilenlere ‘hoş geldin kaba dayağı atılmıştı.’ Geldi.

İçeriden çıkan iki yol arkadaşı da hemen hemen aynı cümleleri boğazları düğümlenirken, ağlamaklı kurmuşlardı:
“F Harfi Dört Duvar’ın iç kapısından girdiğimiz anda karşılıklı dizilenlerin ellerinde cop ya da kalas vardı. Neremize gelirse vuruyorlardı. Bunun adına ölümüne vuruştu.
Ellerimizle başımızı güya koruyorduk. Bizim savunma silahımız: ‘İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!’ Oldu.”

Sakıncalı dalgındı. Dolmuş bir binanın arkasından geçip, varacağı yere gidiyordu.

Hüseyin Habip Taşkın
13.11.2018



17 Kasım 2018 Cumartesi




Kara Kedi Kitap EvimHüseyin Habip Taşkın ile birlikte.



Kara Kedi Kütüphanesi kendi gündemine ve edebiyat sohbetlerine devam ediyor.22.11.2018 Perşembe günü ( saat 15.00 ) , bu kez Hüseyin Habip Taşkın arkadaşımızın sunumuyla İran Edebiyatının "Kara Balığı" Samed Bahrengi'yi konuşacağız.Çocuklar daha iyi , daha güzel bir dünyada yaşasınlar diye masallar yazan, masallar derleyen ve en az çocuklar kadar büyüklerin de duygu düşünce dünyalarına dokunan bir büyük yazarı...Bekleriz... 

Onur mah. Leylak sok. No:26A Balçova/ İzmir

13 Kasım 2018 Salı

Sakıncalı 4. Bölüm https://pirtukweje.wordpress.com/2018/11/13/hueseyin-habip-taskin-sakincali-4/?fbclid=IwAR3hDNU1gZ7DbC9rHHTpJHU3lwJ9CECSsZ2mLomJ55bj8tO6KbSBqoa-oaA


Ben soğukluğumu yaptım. Artık sıra sende dercesine yavaştan soğuk hava yerini ılıman havaya bırakıyordu. Badem ağaçları kendini gösterirken, kurumuş otlar yeşile dönüşürken, bir yandan hafiften tüm canlılara dokunuyordu.  

Sakıncalı Kırtasiyeci’den ihtiyaçlarını karşılıyordu. Her ikisi de o günü açıp konuşmadı. Bir sır olarak aralarında kaldı. Babasının dükkâna gelmediğini biliyordu!

Şiir kitabını zor koşulda olsa da parasını denkleştirmeye çalışıyordu. Bir yandan tanıdık aracılığıyla yayınevi aramaya devam ediyordu. Nasıl olacağını tecrübeli olan şairlerden öğrendi. Kendine göre bir dosya hazırladı. Numaralandırdı. Ortada yayınlayacağı bir yayınevi yine yoktu.

Bir yandan düşüncesinde oluşan bir sorunun üzerinde yuvarlanıp duruyordu. ‘Şiir kitabımı çıkardım. Kime nasıl ulaştıracağım?’ Az düşünmedi. Bir ara ‘kitap çıksın bakarız icabına’ işi döndürdü.

Yolda yürürken, dinlenirken, evde şiirin cümlelerini yerli yerine oturtmaya düşünerek başlıyor, anında tükenmezkalem ile not defterine yazıyordu. Biraz daha devamını getirmek için düşünüyordu.

Yazı ve düşünce olarak hoşuna gittiği şairlerin döktürdükleri heceler zincirine hayran kalırdı. ‘Böyle ne zaman yazabileceğim?’ diye düşünürdü. Şiir yazma kıvrak bir zekâ istiyordu. Cümlelerin yerlerini bulması için hamle yapması gerekiyordu. Bir değil! Belki de birçok kez denemeliydi acemi.

Edebiyat dergilerinde şiirleri çıkmaya devam ediyordu. Yayınlananları internet üzerinden birkaç yere okunsun diye yolluyordu. Okuyucudan kendisine ulaşacak bir haber yoktu. İkilem içine düşüyordu!

Şiirleri için destek veren orta yaşlarda bir Şair Büyüğü vardı:
“Şu dergiye yolla…”

Demesiyle ilk şiirini yollamıştı. Sonrasında kendisinin düşüncesine uyan bir edebiyat dergisine yollamıştı. Orada devamlı yayınlanıyordu. O zaman şu soruyu kendisine sordu! ‘Her edebiyat dergisinin bir çizgisi vardır. Buna göre yol izlerler.’

Semtlere satışa belediye otobüsüyle gidiyordu. İndiği yerden sağlı ve sollu alarak ilerliyordu. Dükkândan dükkâna yolculuk yapıyordu. Çalışmaktan değil, düzenin kokuşmuş işleyiş yapısından bedenen, ruhen yorgun düşüyordu. 

Ara sıra Amcaların kontrolüne takılıyor, bununda farkına varıyordu. Sakıncalı olmak demek ki çok tehlikeliymiş bu gezegende.  Amca’nın birisi sorgu sırasında:
“Niçin yazıyorsun?”

Diye tekrarı olan bir soruyu üçüncü ya da dördüncü günde sormuştu. Göz göze geldiklerinde Sakıncalı’nın aklına o an gelen:
“ Yazar’da aynı söylemi söylüyor. Ben söyleyince mi bana yasak koyuyorsunuz? Sömürüye hayır! Bağımsız kalacağız!”

Amca şaşırdı. Nüfusuna geçirecek hali yoktu ama ona dikkatlice baktı. Hafiften ellerini iki yana açarak, birden parladı:
“ O söyler! O vatansever. Senin gibi bozguncu değildir. Sana yazmayacaksın diyorum. Sonucuna katlanırsın.”

Sakıncalı sırıtarak hafiften güldü ve mırıldandı:
“ Vatansevere bakın hele!”

Amca hiçbir şey söylemeden odadan çıktı.

Sakıncalı, olmayan bir davadan gümbürtüye gitmiş olsa da, mahkemesi görülüyordu. Etrafa asi diye teşhir edilmişti. Yargılananlardan sadece birini tanıyordu. Mahkeme on iki eylül bin dokuz yüz seksen darbesinde yargılanmasını göz önüne alarak, işlemleri görüyordu. Sakıncalı olmak böyle bir şeydi. Sana mı kalmış bağımsızlık, herkese iş, ev, bedava eğitim, dillere özgürlük, eşitlik… Sende onu bunu dolandırsan, çarpsan itibarlı olurdun. Örneğin bir stokçu! İş bitiren! Üsttekileri dolandıran! O zaman senden iyisi olmazdı.

Düzen böyle kurulmuştu. Avantalarının akışını hiç keserler mi? Olanakları her türüyle ellerinde, istedikleri gibi emrindeki kullarını öteye beriye kullanıyorlar.

Sakıncalı’nın o kadar çok yazacak anısı vardı ki, bir yerden çıkış yapmalıydı. Amca’nın dediği gibi “ sonucuna katlanırsın.” Sakıncalı bugüne kadar birçok olayın sonucuna ağır bedel ödeyerek katlandı.

Şiir kitabı için bir arkadaşının yardımıyla yayınevi buldu. Önden biraz para verecekti. Gerisi kısa zaman içinde ödeyecekti. İnternetten satışı yoktu. Bu olumsuz bir gelişmeydi. Kitaplarını satacaktı ama nasıl olacaktı?

Yazar arkadaşı bir konuşmasında Sakıncalı’ya:
“ Sen daha yenisin! Biraz ilerledikten sonra sermaye kültürü altında kokuşmuş yazar takımını göreceksin. Her şeyi ben bilirim havasında, karşısındakini küçümseyen gözlerle süzerler. İnsanlara bilinç götürme niyetinde değillerdir.

Birbirlerine türlü oyunlar oynarlar. Oyunun içinde engellemeler vardır. Küçümseme, karalamalar vardır. Sermaye kültürünü yakından tanıyacağın günde gelecek ve iğreneceğine eminim.

Senin amacın emeği, sömürüyü vurgulayarak yazılara dökmen olduğunu biliyorum. Sana başarılar dilerim.”

Şiir kitabına sonunda ulaştı. ‘Bu bir adımın başlangıcıdır. Daha iyiye doğru yazacağım.’ Diye düşünü. Kırtasiyeci destek amaçlı biraz aldı. Aklından başka düşünce geçmedi Sakıncalı’nın. Tanıdıklarına veriyordu vermesine ama çekiniyordu. Kimileri parasını çıkarıp veriyordu. Çoğunluk vermiyordu. Ne yapacağını şaşırdı. ‘ne zormuş!’ diye aklından geçirdi.

O an ‘bir yazar kitabını satmaya çalışır mı?’ Diye düşündü. Mantıklı gelmedi. İlerleyen günlerde edindiği yazar arkadaşlarıyla da bu konuyu paylaştı.

Sakıncalı şiir kitaplarından birkaç tane sırt çantasında bulunduruyordu. Tanıdık çıktığında kitabından söz edip veriyordu. Bir ara ‘doğrumu yapıyorum?’ diye düşündüğü de oldu.

Semtin pazarında satış yaparken aklına ‘şiir kitabımı çıkardım. Beni hiç kimse tanımıyor. İnsanlara nasıl ulaşırım?’ diye düşündü. 

İlçelere gittiği de oluyordu. Oradakilere sattıkları kırtasiye ve diğer malzemeler ucuz geliyordu. Satış iyi oluyordu. Yalnız devamlı gitmiyordu. Ayda bir gidiyordu. Bazen başka bir işportacı önden gidiyordu. O zaman umduğu satışı yapamıyordu.

İlçenin kahvehanesinde satışa ara verdiğinde dinlenirken, çayını yudumlarken, gazeteyi okuyordu. Gazete sayfaları fotoğraflarla doluydu. Yazıları büyük harfleydi.  Kim kime ne yapmış? Kim kimi tokatlamış? Kim nereyi soymuş? Derken köşe yazarı dediğimiz şahsiyet sosyete haberlerini cıvıtarak, yalakalık yaparak yazmıştı. Yazıyı gözden geçirirken aklına ‘köşe yazısı yazmalıyım.’ Geldi. Kendisini toplayarak ‘neden olmasın!’

Hangi gazete eline geçerse köşe yazılarına bakıyordu. Teknik olarak konuya nasıl dalış yaptığını, süslediğini anlamaya çalışıyordu. Bir gün deneme yazısı yazdı. E posta adreslerine gelişi güzel yolladı. İlerleyen aylarda yazıları farklı sitelerde yayınlanmaya başlayınca mutlu oldu. Kendisini geliştirmek için gayret ediyordu.

Ummadığı yerlerde yazıları internet ortamında karşısına çıkıyordu. Arka arkaya haftada bir makale yazısı yazıyordu. Yazısının zikzaklı olduğunun farkındaydı. Sakıncalı’ya yazılarından dolayı destek verende vardı. Önüne altı ay koydu. Yazıda daha farklı yerlere geleceğine inandı ve inatla yazdı.

Yavaştan onu tanıyanlar çoğalmaya başladı. Bazıları ise yazılarından dolayı tanıyorlardı.

 Bir gün Arkadaşıyla telefonda görüşürken:
“Hadi hadi iyisin. Kitabını çıkardın, meşhur oldun. Köşeyi döndün.”

Dediğinde şaşırdı. Bir anlık durgunluktan sonra:
“ Çok köşe döndüm. Birazını sana vereyim.”

Karşısında konuşan konuşmasını kısa tuttu.

İkili görüşmelerde ‘köşeyi döndün’ diyen çıkan çoğunluktaydı. Sonunda Sakıncalı kendisini savunmaya geçmedi.

Az da olsa rahatlamış, daha çok geniş bir çevre yaratma düşüncesindeydi. Edebiyat alanında ders veren bir kurumu düşündü ama hangisiydi? Onu bilemiyordu.

Zaman içinde yazıları sıklaşınca internet üzerinden e posta ile yazdığı yazıya karşı olanlardan bazıları ağır cümleler kurarak tehdit ediyorlardı. Birçoğunu kendi isteklerinden dolayı çıkardı. İşin ilginç olanı da kendisine toplumsal düşünceyi savunuyorum diyen kişilerde e postasından çıkmak için kısa notlar yazdı. O da gerekeni yaptı. Kendisine spam koyanlarda vardı.

Mücadelenin farklı bir alanıyla karşı karşıya geldi. Morali bozulsa da anında kendini o karabulutların içinden sıyırmasını bildi.

Kitap okuyarak, yazısına devam ederek moralini toparladı. Yazdığı yazıda, yazılarda gözaltına alınıp tutuklanırım endişesine hiçbir zaman kapılmadı. Bazıları:
“ Yazdıklarından sana saldırı olacağından endişe duymuyor musun?”

“Demokratik hakkımı kullanıyorum.”

Dese de, antidemokratik uygulamalarla çokça karşılaşıyordu. 

Çıkardığı şiir kitabından birkaç tane belirli kurumlara okusunlar diye verdi.

Şiir yazmayı bıraktığında, makale yazısına ağırlık verdi. Bir yandan kısa kısa öyküler yazıyordu. Cümlelerin yerli yerine oturmadığını biliyordu. İnat ederek yazmaya ve deftere, sonrada bilgisayara aktardı. Birkaç tane flaş bellek aldı. Kaybolmasınlar diye bilgisayar aracılığıyla kopyaladı.

Şiire başladığı günlerde bir edebiyat dergisine belirli aralıklarla ben buradayım dercesine yolladığı,  yanıtı gelmeyince, merak edip edebiyat dergisinin bulunduğu Merkez Bulvarı’na sabahın erken vaktinde belediye otobüsüyle gitti.

Uzun bir yol kıvrımlı mı kıvrımlıydı. Belirli yerinde yokuş aşağıya doğru iniyordu. Buradan geçmişte troleybüsle sayısız geçmişti. Geçmişte buralarda Yahudiler, Ermeniler, Rumlar ve Levantenlerin yaşadığını öğrenmişti.

İki katlı ve tek katlı yapılar göze çarpıyordu. Birçok küçük ya da az büyük dükkân ayakkabı imalathanesi olarak kullanıyorlardı. Işıklara gelmeden, bir banka vardı. Bankanın az yukarısında çok katlı bir bina vardı.

Üçüncü katına merdivenlerden yürüyerek çıktı. Kalbi çarpıyordu. Gireceği kapıyı açıp içeriye girdiğinde, karşı masada oturan Uzun boylu, gür bıyıklıyı gördüğünde:
“ Günaydın hocam edebiyat derginize her hafta bir şiir yolladım. Yayınlanmadı ve elinize geçip geçmediğine dair kuşkuya düştüm. Bende gelmeye karar verdim.”

Uzun boylu, gür bıyıklı hafiften tebessüm ederek:
“ Şiirlerinizi okudum. Yalnız bir sorunumuz var. Fazla politik!”

Sakıncalı şaşırmıştı:
“ Ama Nazım’da politik yazdığı şiirleri vardır.”

Sakıncalı lafı uzatmadı. Gelen çayı içerken, karşısında gözleriyle gördüğü, kulaklarıyla duyduğu edebiyat dergisinin işleyişinin farklı olduğunu düşünüyordu. İçeriye iki kişi daha girdi. El sıkışma faslı bitince sandalyelere oturdular. Girenlerden Birisi:
“Hocam kitabın çıkacaktı?”

Girenlerden Diğeri:
“ Biz seni ziyarete geldik. Kitabını okumak için sabırsızlanıyoruz.”

Uzun boylu, gür bıyıklı başını sallarken, dudaklarını buruşturdu. İki eliyle masaya vurduktan sonra bir eliyle, aşağıda duvar dibinde duran paketi gösterdi:
“Kitaplarım burada!”

Girenlerden Birisi onun sözünü keserek:
“Hocam bana ve arkadaşıma birer tane imzalayıp versen gayri! Heyecan dorukta!”

Uzun boylu, gür bıyıklı sinir küpüne döndüğünde, odadakiler şaşkın bakışlarla ona bakıyorlardı. Birden konuya geçti:
“ Postaneden sabahleyin bu koliyi aldım. Sevinçle büroma geldim. Hemen paketten bir tane kitap çıkardım. İlk önce dış kapağına baktım. Kapak tasarımı hoşuma gitti. Adım soyadım da var. İç kısımda özgeçmişimde var. Daha önce çıkardığım kitaplarımın isimleri de var.

Buraya kadar çok güzeldi. Yaprakları birer birer açtığımda, yazdıklarıma baktığımda, ben acaba başka birinin kitabını mı okuyorum diye düşündüm? Sırasıyla her kitaba moralim bozuk olarak baktım. Sinirsel kat sayım bir kere tavan yaptı.

Yazdıklarımı kim kontrol ettiyse, hepsini budayarak kendi düşüncesinde bir roman yaratmış! Gel de sinirlenme! Ben bu kitabı gönül rahatlığıyla hiç kimseye veremem.”

Oradakiler hepten bu işe şaşırdılar. Sakıncalı ilk defa böyle bir durumla karşılaşmıştı. Edebiyat dergisi çıkaran ve kitapları olan birine bunun nasıl yapıldığına mantığı almadı.

İşe çıkmadığı bir gün Yazar Arkadaşıyla yolda tesadüfen karşılaşırlar. Başından geçeni anlatır. O da bu işe şaşırır. Bir ara:
“ Demek ki şiirlerini fazla politik bulmuş! Sen yazmana devam et! Ona aldırma…”

Sakıncalı her yeni bir günde yazma konusunda yeni fikirler ediniyordu. Yazmak zorda olsa inadına yaşadıklarını gelecek kuşaklara aktarma niyetindeydi. İşin başlangıcında yazarların ruh ve halini de görebilme olanağı yakalamıştı. Kimileri dünyayı ben yarattım havasındaydı. Sahi neyi yaratmışlardı? Halkın ya da halkların bir sorununa sahip çıkmışlar mıydı?

Curcunalı bir yaşamda kokuşmuşluğun her türlüsü var. Önemli olan burada bir yazarın kişisel tavrıdır.

Sakıncalı düşüncesinde sorularla kaldırımda yürüyordu.

Hüseyin Habip Taşkın
06.11.2018

https://pirtukweje.wordpress.com/2018/11/13/hueseyin-habip-taskin-sakincali-4/?fbclid=IwAR3hDNU1gZ7DbC9rHHTpJHU3lwJ9CECSsZ2mLomJ55bj8tO6KbSBqoa-oaA 

SIRANIZI BEKLEMEK İSTEMİYORSANIZ...

     Seçimleri sorgulamamız gerekiyor. Hem seçim yapılıyor ve ardından Kayyım atanıyor.  Yeri geliyor  polis sorgusu, ardından adliyenin yol...