Serçe
Kuşların ötüşüyle başını ağacın dallarına çevirdi. Daldan dala zıplarcasına
geçip duruyorlardı. Beş taneye kadar sayabildi. Sakıncalı mırıldanırcasına:
“
Bende böyle uçabilseydim. Ne sınır olurdu. Nede geçim derdi.”
Kuşları
hayranlıkla izledi. Gitme vakitleri gelmiş olmalı ki, kanatlarını açıp arka
arkaya uçup gittiklerinde, arkalarından gülümseyerek baktı.
Satış
yapmaktan yorulmuştu. Günde tahmini altı ya da sekiz kilometre yürüyordu. Başka bir iş bulamadıktan sonra yaptığı işi
bırakmaya niyetli değildi.
Dükkânlara
tekrardan girmeye başladı. Birçok dükkândan eli boş geriye dönüyordu.
Ana
caddeye geldiğinde arabalar, otobüsler ağır ilerliyordu. Korna sesleri tek tük
duyuluyordu. Karşılıklı Kaldırımda insan seli, birbirine çarpmadan ilerliyorlardı.
Sakıncalı
etrafına bakındı. ‘ne tarafa gideyim?’ diye düşündü. Kalabalıkta satış
yapamıyordu. Yönünü dükkânlara çevirdi. Üçüncü durağı geçtikten sonra satışı
bitirdi.
Belediye
Otobüs Durağında gideceği yerin otobüsünü beklemeye başladı. Felç olan trafikte
beklediği gelmeyince canı sıkıldı. Etrafına bakındı ve oturacak yer bulamadı.
Otobüsü
gördüğünde, içindekileri de görünce içi karardı. ‘Binebilir miyim?’ diye
aklından geçirdi. Kağnı arabası gibi gelen otobüse orta kapıdan binebildi. Sırt
çantası elindeydi. Öğrencilerin dağılma zamanıydı. Lise ve üniversite
öğrencileri çoğunlukta yolculuk yapıyordu.
Balık
istifine benzemişti duruşları. Hareket etme olanağı hemen hemen yoktu. Durağın
birinde inenler olduğundan koltuğun biri boştu. Sakıncalı vakit kaybetmeden
oturdu. Yorgunluk üzerine abandığından gözleri kapandı.
Merkeze
geldiklerinde bir Belediye Otobüsüne binmesi gerekiyordu. Durağa gelerek kuyruğa
girdi. Burada da yarım saat bekledi. Sonunda gelen otobüse biner binmez, en
arka koltuğun solunu alarak cam kenarına oturdu. Gözlerini yeniden kapadı.
Otobüsün hareket ettiğini, duraklarda durup kalktığını fark etmedi.
Oturduğu
semte gelince gözlerini açtı. Birkaç durak önceden indi yürümeye başladı. Sağ
tarafında bulunan çok katlı binanın altında Karın Doyuran Et Evi vardı. Dışarıda
birkaç tane masa ve sandalyeleri vardı. İki masa doluydu. Kadınlı erkekli kim bilir
hangi hayvanı sessizce midelerine indiriyorlardı? Yemekle meşgul olanlar
etraflarına bakınmıyorlardı.
Sakıncalı’nın
gözleri ister istemez yemek yiyenlere doğru kaydı. O masada kendisi olduğunu
var sayarak karnının doyduğunu hissetti. Dayanamadı ve hızlıca oradan ayrıldı.
Az
ileride çok katlı binanın altındaki pastanede birkaç masada oturanları gördü. ‘Baklava
mı yoksa başka bir tatlı çeşidi mi yiyorlardı?’ diye düşündü. Neredeyse
masaları boşaltın, tatlıları ben yiyeceğim diyecekti. Demesine ama kendisini
frenledi.
Tatlı
almak için cebindeki paraya bakmasıyla, yerine bırakması bir oldu. Bir zamanlar
aktif olduğunda ‘ hiç kimse bizim yönettiğimiz coğrafyada aç kalmayacak!’ diye
ev gezmelerinde ve ikili, beşli sohbetlerde çokça konuşmuşlardı.
Yoksul
olan evlere kömür, odun taşımışlardı. Şeker, pilav, bulgur götürmüşlerdi. Şimdi
Sakıncalı geçmiş dönemin farklı bir yapısını bugün yaşıyordu.
O günlerde yol arkadaşlarıyla ölümüne yol
almışlardı. Yoksulların sofrası boş kalmasın diye her olumsuzlukları göz önüne
almışlardı. Zenginden alıp fakire vermeyi o günlerde sıkça yapıyorlardı. İnsanları
kazanıyoruz mantığı daha ağır basıyordu. Yoksullarda söylenen bir söz sıkça
duyulmaya başlandı:
“Toplumsalcılar
her işimizi hallediyor.”
Düşlerle
evinin kapısına geldiğinde, kendisine geldi. Kendisinin yalnız kalışını
düşündü. Suratını buruşturdu. Sesini yükselterek:
“
Buda mücadelenin bir parçasıdır. Bugünleri de görmek varmış! Bakalım neler
göreceğiz?”
Anahtar
ile kapıyı açar açmaz evin içine daldı. Direk balkona geçerek ağırlıklarını
divanın üzerine bıraktı. Balkon demirlerinin kenarına yanaştığında, uzaklara
dağlara ve betonlaşmaya baktı. Az bir yerinden deniz gözüküyordu.
Başını
dağların en son noktasına çevirdi. Tıpkı F Harfi Dört Duvar’da yattığı günler
gibi, İkinci katında pencereye çıkar, başını duvarın bittiği yere kadar
dayardı. Uzaklara bakmak için ama karşı çatının üst seviyesi buraya kadar
diyordu.
Birde
diklemesine, aşağı ve yukarıdaki betona ekleme yapılmış, yuvarlak şekliyle
kalınca demir parçası sıklığından istediği gibi bakamadığından canı birçok kez sıkılmıştı.
Eşi
kapıda durmuş ona bakıyordu. Düşüncesinde esen buruğumsu dalgalanmaların onu
nasıl yıprattığının farkındaydı. O yaşama yeni baştan tutunabilmenin, toplumsal
düşüncede var olabilmenin mücadelesini veriyordu.
Eşi
ona seslenerek:
“
Yemek hazır.”
Sakıncalı
başını çevirdiğinde:
“Geliyorum.”
Sakıncalı,
önünden birileri yemeğini alacakmış gibi çabuk yerdi. Eşi ara sıra takılırdı:
“
Çiğnemeden mi yutuyorsun?”
“Çiğnemesine
çiğniyorum ama nedenini bende bilmiyorum?”
Bulaşıkları
Eşi’yle yıkadı. Birlikte balkona çıkıp divana oturdular. Karşı tarafa bakınmaya, devam ederken Sakınalı:
“
Dolmuş F Harfi Dört Duvar’ın demir kapısına gelip dayanmıştı. İçeridekilere, ‘direnmeyin
teslim olun dercesine kapı önünde bekliyorlardı.’ Kapı açılmayınca Amca’nın
biri aşağıya inip kapıyı yumrukladı. Ne gelen vardı ne giden. Amca kızgındı.
Sonunda
kapı garççç diye açıldı. Dolmuş içeriye girince, sağ tarafta tel örgüler içinde
iki kurt köpeği gördüm. Tel örgünün birisi duvar dibinden birazca uzaktaydı.
Tel örgünün bittiği yerden biraz uzakta bir tel örgü daha vardı. Tel örgülerin
üzerinde duran yuvarlakça ince jilete benzer bir tel örgü vardı. Kaçanların
kaçmalarını engellemek için düşünülmüştü.
Dolmuş,
iç kapı girişine kadar yanaştı. Hepimiz arabadan indirilmiştik. Biraz
bekledikten sonra içeriye alındık. İçerisi epeyce genişti.
Amca’lar
işlerini bitirip ayrıldılar. Bizler Dış Güvenlikçilerle baş başa kaldık. Elle,
üst ve alt araması oldu. Parmak izi alındı. Yakışıklı fotoğrafım her yönden
alındı. Vakit kaybetmeden Dış Güvenlikçiler bizleri içeriye İç Güvenlikçilere
postaladı. Orada da aynı işlem yapıldı.
Hafiften
Esmer, Yazar ve beni aynı tecritte aldıklarında biran önce uyumak istiyordum. Şubede
kala kala kirlenmiştim. Apış aram berbattı. Aramızda hiçbir şey konuşmadık,
hemen yataklara çıkıp yattık. Hoparlörden yüksek bir ses:
“
Sayım için hazır olun!”
Komut
gelmesine gelmişti ama hepimiz uykuya yenik düştük. Aradan kaç dakika geçti
bilemiyorum. Demir kapı ‘dan’ diye açıldı. Üçümüzde yataklarımızdan doğrularak
kapıya doğru bakındık.
İçeriye
İç Güvenlikçiler doldu. Birde Dört Duvar’ın Sorumlularından Biri, biz onlara
onlar bize bakınıyordu. Neyse ranzadan aşağıya inip ayakkabılarımızı
giydiğimizde, Dört Duvar’ın Sorumlularından Biri bana bakarak:
“
Bari sen yapma! Eski mahkûmlardansın, bunlara yol yordam göster.”
Der
demez kaldığımız yeri boşalttılar. Bizde yataklarımıza yattık.”
Sakıncalı
bazı geceler sıçrayarak uyanıyordu. Etrafına bakınıyor, nerede olduğunu
anlamaya çalışıyordu. Yatak odasında olmasından dolayı rahatlıyordu. Kalkar
kalkmaz lavaboya gidip elini yüzünü yıkıyordu. Aynaya kısa bir bakış baktıktan
sonra mutfağa gidip, çeşme suyundan birkaç bardaklık su içiyordu. Balkonda
divanın üzerine oturup bir saate yakın görmüş olduğu düşün tekrarını yapardı.
Aslında yapılanlar kafasının içini doldurmaktan başka bir şey değildi.
Sabah
kahvaltısını Eşi’yle yapar yapmaz, ekmek teknesini kuşanıp sokağa çıktı. Belediye
Otobüs Durağına gelir gelmez, tanıdık biri var mı diye bir anlık bakındı.
Yıllar
önce bu yerleşim birimine gelmişlerdi. O zaman insan sayısı azdı. İlerleyen
zaman içinde çok katlı binalar, erik, badem, incir, dut ve birçok ağaçları
yerle bir etti. Tarla adına hiçbir şey kalmadı. Açılan imarlar ile dip dibe
yapılan çok katlılar. Daracık sokaklar. Birbirini engelleyen binalar ile
insanların oturup kaynaşabileceği alanların, çocukların oynayıp, arkadaşlık
kuracağı yerlerin olmaması insanlık adına değil, bir talanın ta kendisiydi.
Otobüs
gelir gelmez bindi. Arka kapıya yanaşıp kapı ağzındaki koltuğa oturdu. Aklına F Harfi Dört Duvar geldi. ‘Kalacakları yere
gidebilmeleri için Metal Kapı
Dedektörü X-ray cihazının önüne
getirildiler. İç Güvenlikçi Sarı:
“Üzerinizdekileri
çıkaracaksınız ve bir külotla kalacaksınız.”
Hep
bir ağızdan:
“Ooooo…
Olmaz!”
Ağız
dalaşı birkaç dakika kapalı alanda sürdü. İstemeseler de soyundular. Kollar
ileriye doğru uzatılarak, dizleri üzerlerine eğilip kalktılar. İç Güvenlikçi Sarı:
“
Sıra halinde tek tek cihazdan geçin.”
Cihazdan
geçerlerken, yandaki kapalı cihazın içinden kol saati, ayakkabı, kemer ve
benzeri eşyalar geçti. İşleri bitenler giyinmeye başladı. Sakıncalı’nın
düşüncesinde, ‘Bizi ne zaman okşayacaklar’ vardı. Altı İç Güvenlikçi ile
birlikte, Ana idari binadan demir
kapının açılmasıyla içeriye doğru yürümeye başladıklarında, duvar ve demir
yığınından geçilmiyordu. Birde çokça üst köşelere kamera koymuşlardı.
Öğrencilerin
yüksek sesle konuşmalarından rahatsız oldu. Yine de ‘ gençler biraz yavaş olun’
demedi. Kendi gençliğini hatırlamıştı o an. Şimdiki gençler gibi ara sıra
otobüste konuşma frekansını yüksek tonda tutuyorlardı.
Hüseyin
Habip Taşkın
21.11.2018
https://pirtukweje.wordpress.com/2018/11/27/hueseyin-habip-taskin-sakincali-6/?fbclid=IwAR10q3vdhLTiHw4v41BLNXc2qMweBu_1IQWOwUBDYUL7HWdEnet8Sg92iFY
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder