Yorgunluktan
mıdır, yoksa havaların bir sıcak ve soğuk geçmesinden midir, bilemiyorum? Geçtiğimiz haftadan bu yana sandalyeme ne
zaman otursam uykuya dalıyorum. Dur hele, yoksa yaşlılıktan mıdır?
Aynaya
bakmak aklıma geliyor, sonradan cayıyorum.
Aynada istemediğim bir yüzle karşılaşmaktan korktuğum için mi? Korksam
ne olacak ki! Çok kez aynada yüzümün derisinin kırıştığını, çizgileri de gelişi
güzel belirgin halde olduğunu gördüm.
İnsan
yaşlanınca geçmişine neden özlem duyar? Yaşamla, ölüm arasındaki ince çizgiden
mi acaba? Birçok tanıdığımı kara toprağa vermedim mi? Dünyaya kazık çakanını
görmediğimden, ölüp de daha sonra geri gelen birisini duymadım.
Son
günlerde evde gezinirken kendi adımlarımı kaplumbağa yürüyüşüne benzetiyorum.
Ah bir genç olacaktım ki siz beni o zaman görecektiniz. Bir koşuşum vardı,
sanki Leopar...
Ah
şu yaşlılık yok mu? Çocuklarımın gözünde bir yük olarak görülmekteyim. Yılda
bir ya da iki kez ziyaretime gelirler, o da bayramlarda. Yanımda bir gün anca
kalırlar, çok önemli işleri varmış, hemen gitmeleri gerekliymiş gibi. Eskiden
yalan konuşamazlardı. Söyledikleri sözlerin nerelere gittiğini anında anlardım.
Bir de korkarlardı, sonunda dayak yemek ya da azar işitmek vardı. Şimdi dayak
yeme zamanları çoktan geçti. Çeneleri düşer; ‘şunu ye, bunu yeme, üşütme, sıkı
giyin.’ Öğüt vermesi kolayda iş yapacak durumda değilim hani! Birisi de çıkıp
baba bize gel kal demiyor. Nankörler!
Analarıyla
etraflarında her zaman fır döndük. Büyüttük büyütmesine de bunlar kime
çekmişler böyle? Karım Selma öldükten sonra bir müddet beni yalnız
bırakmadılar. O zaman her işimi görüyordum. Yanlarına kalmaya gider, istediğim
gibi hareket ederdim.
Şu
yaşlılık yok mu? Ölmeyi çok kez istemişimdir. Yapamadım. Ya günü geldiğinde el
ayaktan düşersem? İşte o zaman sonumun
geldiği andır.
Kapı
mı çalınıyor? Sahi yahu, kapı çalınıyor. Yolunu şaşırıp gelen de kim? Hızlı
hareket etmeye çalışsam da olmuyor. Yaşam bana, senin ömrün bu kadarmış demeye
getiriyor. Bağırıyorum:
“Geldim
geldim!”
Kapıda
nefes nefese kaldım, açmasına açacaktım ama ilk önce kendi mi toparlamam
gerekirdi. Bir kadın sesi duydum:
“Atıf
amca, benim, Neslihan, Şermin’in kızı.”
“Şimdi
açıyorum.”
Kapıyı
açtığımda Neslihan’ın elinde bir küçük tencere vardı. Hemen tahminde bulundum,
tarhana ya da mercimek çorbası diye. Şermin ara sıra küçük tencerede çorba
gönderirdi. Hemencecik içeriye girip tencereyi bırakması bir oldu.
“Afiyet
olsun!” der demez gitti.
Arkasından
epeyce baktım. Belki Selma’m mezardan dirilir, bana destek için gelir diye
düşündüm. Belki de çocuklarım gelir, babamızı yalnız bıraktık, hata yaptık diye
birbirleriyle yarışırlar: ‘Babam ben de kalacak. Olmaz ben de kalacak’ diye.
Gözlerim yaşarırken kendime geldim.
Kaplumbağa
adımlarımla mutfağa doğru yürüdüm, uzun yol gitmiş gibi zorlandım. Neslihan
tencereyi her zamanki gibi ocağın üstüne bırakmıştı. Kapağını açtığımda arpa
şehriyesi, domates salçası, su ilaveli yapılma çorbaya bakarken dudaklarımı
yalamaya başladım. Bugün, değişik çorba yapsa da benim için bir özellik
taşımıyordu.
Ayaküstü
bayat ekmeği tencereye doğradım. Her kaşığı salladığımda ağzımın içiyle buluştu
çorbalı ekmek. Yemekten sonra kaşığı, açtığım çeşmenin altında suya tuttum,
böylelikle kaşıkta yıkanmış oldu.
Ağır
adımlarla ara koridoru geçerek aylar sonra kullanılmayan salona girdim.
Koltuklar, sehpalar, halı aynı yerindeydi. Sehpaların üzerinde tozlar net
olarak gözüküyordu. Halının rengi koyu olduğu için tozlar gözükmüyordu. İki
pencere arasındaki tekli koltuğa oturdum. Beyaz perdeler hafiften kirli beyaza
dönüşmüştü. Kirli camlardan dışarısı gözükmüyordu. Diğer odalarda aynı görüntü
hâkimdi.
Evdeki
dağınıklık, kirlilik bir parçam olmuştu. Beni kınayanlar olabilir olmasına ama
elimden gelen budur. Ah aaahhh ben eskiden kendi işimi görürdüm. Şimdi ise
düştüğüm hale bak! Kıyıda unutulmuş bir eşya gibiyim sanki.
Gözlerim
kapanacak neredeyse, uykuya yenik düşmemek için direniyorum. Bunun bir anlamı
var! Ya bir daha uyanamazsam? Ölümden korkmuyorum. Yaşama isteğim ağır basıyor
basmasına ama kilometre taşlarınım bitince benim yolum da bitecek.
Koltuktan
canım acıyarak kalktım, her yanım dökülüyordu. Bu gidişin hiç de iyi olmadığı
belli. Kapı zili çalıyor. Adımlarımı kapıya doğru atmak istesem de yorgun halimle
olduğum yerde kaldım.
Divana
uzanıp gözlerimi tavana diktim, beyaz olduğunu yeni fark etmişçesine incelemeye
başladım. Uykum ağır bastı.
Saatin
zili çalınca gözlerimi açtığımda, saat öğlen üçe geliyordu. Nasıl ve ne zaman
kurmuştum saatin zilini? Hangi amaçla? Birkaç yıl önce öğlenleri yatmazdım.
Demek ki bedenim beni terk ediyor.
Sütçünün
sesi geliyordu.
“Sütçü
sütçü.”
Selma’mı
hatırladım. Sokaktan geçen sütçüden süt alır, ısıtınca çocuklara birer bardak
verdikten sonra gerisini yoğurt yapardı. Benim güzel, hamarat can yoldaşım, ne
güzel yoğurt mayalardı. O günler zor günler olsa da, karı koca olarak
üstesinden geldik, ama bugün, bu halimle hiçbir şeyin altından kalkacak durumda
değilim.
Zorlanarak
pencereye adımlarımı atarken sanki birisi ayaklarıma yapışmış gitme der
gibiydi. Pencerenin perdesini az araladım. Dışarıya bakarken kızlı, erkekli
çocuklar oyun oynuyorlardı. Çocuk olmayı bir an olsun düşündüm. Ayaklarım
ağrımaya başlayınca yönümü duvar dibindeki koltuğa çevirerek yürümeye başladım.
Kendimi koltuğa gelişi güzel bıraktım.
Bugünde uykum ağır basıyor. Gözlerim kapandı kapanacak. Kapının zili
çaldı. Kim o dedim ama sesimi ben bile duyamadım.
Tak
taaak!
Neredeyse
kapı yerinden fırlayacaktı.
“Atıf
amca, Atıf amca ben Ayhan!”
Ağzımdan
cümleler dökülmüyordu. Bağıramıyordum. Bana ne oldu böyle?
“Atıf
amca iyi misin?”
Tak,
taaak, taakkk!
Dinlemekle
yetindim.
İşe
yaramayan çocuklarımı düşündüm? Ben öldükten sonra timsah gözyaşı dökmek için
gelecekler. Babaya son görev diye acele ile beni toprağa gömecekler. Miras
olarak bu evi satıp paraları paylaşacaklar. Yaşayan ölüden kurtuldukları için
bayram edecekler. Çünkü ben onlar için kaplumbağa adımına geçişten sonra yok
oldum. Çocuklarım tarafından terk edilmek kadar ağrıma giden, bu yaşanmışlığın,
yaşanmamış olmasını isterdim.
Kapı
zili ve yumruklamalarla birlikte komşularımın sesini duymaya başladım:
“Atıf
amca, ağabey kapıyı aç! Atıf…”
Gözlerimi
kapatmamak için direniyorum.
21.01.2015
21. Sayfadan 23. sayfaya kadar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder