11 Kasım 2018 Pazar

Kaplumbağa ADIMI "Emeğin Sanatı" https://issuu.com/emeginsanati-dergi/docs/167._sayi_eme____n_sanati_e-derg___




                       
Yorgunluktan mıdır, yoksa havaların bir sıcak ve soğuk geçmesinden midir, bilemiyorum?  Geçtiğimiz haftadan bu yana sandalyeme ne zaman otursam uykuya dalıyorum. Dur hele, yoksa yaşlılıktan mıdır?

Aynaya bakmak aklıma geliyor, sonradan cayıyorum.  Aynada istemediğim bir yüzle karşılaşmaktan korktuğum için mi? Korksam ne olacak ki! Çok kez aynada yüzümün derisinin kırıştığını, çizgileri de gelişi güzel belirgin halde olduğunu gördüm.

İnsan yaşlanınca geçmişine neden özlem duyar? Yaşamla, ölüm arasındaki ince çizgiden mi acaba? Birçok tanıdığımı kara toprağa vermedim mi? Dünyaya kazık çakanını görmediğimden, ölüp de daha sonra geri gelen birisini duymadım.

Son günlerde evde gezinirken kendi adımlarımı kaplumbağa yürüyüşüne benzetiyorum. Ah bir genç olacaktım ki siz beni o zaman görecektiniz. Bir koşuşum vardı, sanki Leopar...

Ah şu yaşlılık yok mu? Çocuklarımın gözünde bir yük olarak görülmekteyim. Yılda bir ya da iki kez ziyaretime gelirler, o da bayramlarda. Yanımda bir gün anca kalırlar, çok önemli işleri varmış, hemen gitmeleri gerekliymiş gibi. Eskiden yalan konuşamazlardı. Söyledikleri sözlerin nerelere gittiğini anında anlardım. Bir de korkarlardı, sonunda dayak yemek ya da azar işitmek vardı. Şimdi dayak yeme zamanları çoktan geçti. Çeneleri düşer; ‘şunu ye, bunu yeme, üşütme, sıkı giyin.’ Öğüt vermesi kolayda iş yapacak durumda değilim hani! Birisi de çıkıp baba bize gel kal demiyor. Nankörler!

Analarıyla etraflarında her zaman fır döndük. Büyüttük büyütmesine de bunlar kime çekmişler böyle? Karım Selma öldükten sonra bir müddet beni yalnız bırakmadılar. O zaman her işimi görüyordum. Yanlarına kalmaya gider, istediğim gibi hareket ederdim.

Şu yaşlılık yok mu? Ölmeyi çok kez istemişimdir. Yapamadım. Ya günü geldiğinde el ayaktan düşersem?  İşte o zaman sonumun geldiği andır.

Kapı mı çalınıyor? Sahi yahu, kapı çalınıyor. Yolunu şaşırıp gelen de kim? Hızlı hareket etmeye çalışsam da olmuyor. Yaşam bana, senin ömrün bu kadarmış demeye getiriyor. Bağırıyorum:
“Geldim geldim!”

Kapıda nefes nefese kaldım, açmasına açacaktım ama ilk önce kendi mi toparlamam gerekirdi. Bir kadın sesi duydum:
“Atıf amca, benim, Neslihan, Şermin’in kızı.”

“Şimdi açıyorum.”

Kapıyı açtığımda Neslihan’ın elinde bir küçük tencere vardı. Hemen tahminde bulundum, tarhana ya da mercimek çorbası diye. Şermin ara sıra küçük tencerede çorba gönderirdi. Hemencecik içeriye girip tencereyi bırakması bir oldu.
“Afiyet olsun!” der demez gitti.

Arkasından epeyce baktım. Belki Selma’m mezardan dirilir, bana destek için gelir diye düşündüm. Belki de çocuklarım gelir, babamızı yalnız bıraktık, hata yaptık diye birbirleriyle yarışırlar: ‘Babam ben de kalacak. Olmaz ben de kalacak’ diye. Gözlerim yaşarırken kendime geldim.

Kaplumbağa adımlarımla mutfağa doğru yürüdüm, uzun yol gitmiş gibi zorlandım. Neslihan tencereyi her zamanki gibi ocağın üstüne bırakmıştı. Kapağını açtığımda arpa şehriyesi, domates salçası, su ilaveli yapılma çorbaya bakarken dudaklarımı yalamaya başladım. Bugün, değişik çorba yapsa da benim için bir özellik taşımıyordu.

Ayaküstü bayat ekmeği tencereye doğradım. Her kaşığı salladığımda ağzımın içiyle buluştu çorbalı ekmek. Yemekten sonra kaşığı, açtığım çeşmenin altında suya tuttum, böylelikle kaşıkta yıkanmış oldu.

Ağır adımlarla ara koridoru geçerek aylar sonra kullanılmayan salona girdim. Koltuklar, sehpalar, halı aynı yerindeydi. Sehpaların üzerinde tozlar net olarak gözüküyordu. Halının rengi koyu olduğu için tozlar gözükmüyordu. İki pencere arasındaki tekli koltuğa oturdum. Beyaz perdeler hafiften kirli beyaza dönüşmüştü. Kirli camlardan dışarısı gözükmüyordu. Diğer odalarda aynı görüntü hâkimdi.

Evdeki dağınıklık, kirlilik bir parçam olmuştu. Beni kınayanlar olabilir olmasına ama elimden gelen budur. Ah aaahhh ben eskiden kendi işimi görürdüm. Şimdi ise düştüğüm hale bak! Kıyıda unutulmuş bir eşya gibiyim sanki.

Gözlerim kapanacak neredeyse, uykuya yenik düşmemek için direniyorum. Bunun bir anlamı var! Ya bir daha uyanamazsam? Ölümden korkmuyorum. Yaşama isteğim ağır basıyor basmasına ama kilometre taşlarınım bitince benim yolum da bitecek.

Koltuktan canım acıyarak kalktım, her yanım dökülüyordu. Bu gidişin hiç de iyi olmadığı belli. Kapı zili çalıyor. Adımlarımı kapıya doğru atmak istesem de yorgun halimle olduğum yerde kaldım.

Divana uzanıp gözlerimi tavana diktim, beyaz olduğunu yeni fark etmişçesine incelemeye başladım. Uykum ağır bastı.

Saatin zili çalınca gözlerimi açtığımda, saat öğlen üçe geliyordu. Nasıl ve ne zaman kurmuştum saatin zilini? Hangi amaçla? Birkaç yıl önce öğlenleri yatmazdım. Demek ki bedenim beni terk ediyor.

Sütçünün sesi geliyordu.
“Sütçü sütçü.”

Selma’mı hatırladım. Sokaktan geçen sütçüden süt alır, ısıtınca çocuklara birer bardak verdikten sonra gerisini yoğurt yapardı. Benim güzel, hamarat can yoldaşım, ne güzel yoğurt mayalardı. O günler zor günler olsa da, karı koca olarak üstesinden geldik, ama bugün, bu halimle hiçbir şeyin altından kalkacak durumda değilim.

Zorlanarak pencereye adımlarımı atarken sanki birisi ayaklarıma yapışmış gitme der gibiydi. Pencerenin perdesini az araladım. Dışarıya bakarken kızlı, erkekli çocuklar oyun oynuyorlardı. Çocuk olmayı bir an olsun düşündüm. Ayaklarım ağrımaya başlayınca yönümü duvar dibindeki koltuğa çevirerek yürümeye başladım. Kendimi koltuğa gelişi güzel bıraktım.  Bugünde uykum ağır basıyor. Gözlerim kapandı kapanacak. Kapının zili çaldı. Kim o dedim ama sesimi ben bile duyamadım.

Tak taaak!

Neredeyse kapı yerinden fırlayacaktı.
“Atıf amca, Atıf amca ben Ayhan!”

Ağzımdan cümleler dökülmüyordu. Bağıramıyordum. Bana ne oldu böyle?
“Atıf amca iyi misin?”

Tak, taaak, taakkk!

Dinlemekle yetindim.

İşe yaramayan çocuklarımı düşündüm? Ben öldükten sonra timsah gözyaşı dökmek için gelecekler. Babaya son görev diye acele ile beni toprağa gömecekler. Miras olarak bu evi satıp paraları paylaşacaklar. Yaşayan ölüden kurtuldukları için bayram edecekler. Çünkü ben onlar için kaplumbağa adımına geçişten sonra yok oldum. Çocuklarım tarafından terk edilmek kadar ağrıma giden, bu yaşanmışlığın, yaşanmamış olmasını isterdim. 

Kapı zili ve yumruklamalarla birlikte komşularımın sesini duymaya başladım:

“Atıf amca, ağabey kapıyı aç! Atıf…”

Gözlerimi kapatmamak için direniyorum.

Hüseyin Habip Taşkın
21.01.2015


21. Sayfadan 23. sayfaya kadar.












Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Acılarımız Ortaktır

 Her halkın acıları birbirine benzer. İnsanca yaşamak her bireyin hakkıdır. İnsanca yaşıyabiliyor muyuz? Kendimizi birey olarak sorgulamamız...