SAKINCALI
1. Bölüm
Saatin
materyalleri sanki beynindeydi. Her sabah aynı saatte kalkardı. Bugün de iş
aramaya koyulacaktı. İş ilanları üzerinden adreslere uğrayacaktı.
Sakıncalı, dört duvar arasından çıkalı bir
hafta olmuştu. Dışarıdan davası sürmekteydi. Nasıl iş bulacaktı? Ortalıkta
öylece yalnız kalmıştı. Geçmiş yılların sayfasında mücadele verdiği yol
arkadaşları neredeydi? “Birden fazla topluluk coğrafyamızda yaşıyor,
kültürüyle, diliyle demesinden midir,” yalnızlaştırıldığı? Nedendir?
İş
lazımdı. Para lazımdı, evin ihtiyaçlarını karşılaması, yaşamını devam ettirmesi
için ama nerede?
Dört
duvar arasına, demiri çokça olan yere düşüncesini yazıya döktüğü için girmişti.
Bu gezegende toplumsal düşünceyi savunmak hâlâ yasaktı.
Komşu
kadın Çok Konuşan bu semte taşınalı birkaç ay olmuştu. Muhtar olmasa da
sokağın, mahallenin bilmişiydi. Ya da bilmiş geçineniydi. Sakıncalı’yı
tanımasına gerek yoktu. Havadan uçuşan haberlerle yetinmeyi bilen biriydi.
Sakıncalı için ağzındaki sözcükleri bir ileri geri yaparak:
“Yahu
komşular ona mı kalmış düşünmek, yazmak işi? Koca Rabbime şükürler olsun ki,
başımızda Bir Bilenimiz var. Her şeyi car car diye konuşur. Yol gösterir bize.
Yumruğunu masaya vurur. Postasını koyar. Gözü karadır. Her şeyim feda olsun
ona.”
Komşular
şaşkındır. Şaşkın olsa da konuşmaya devam eder:
“Bu
daha çocuk, Bir Bilene karşı gelinir mi? Başımızdaki merhametini göstermiş, iyi
ki sallandırmamış darağacında?”
Sakıncalı’yı
tanıyan komşularının ağzında fermuar varmışçasına kapalı olduğundan
konuşamamışlardı. Oysa onun mahalleliye yardımı zaman zaman olmuştu. Demek ki
unutmayı çabuk kavrayan bir yapıya bürünmüşlerdi.
Sakıncalı,
arkasından konuşulanlardan, ekleme, çıkarma yapmalarından habersizdi. Sokağa
çıktığında, pencereden aşağıya doğru sarkan tülün arkasındaki gözler ve gözlerin
sahipleri düşünce olarak kayıt altındaydı.
Sakıncalı’nın
aklında sadece bir iş ve sigorta vardı.
Geçenlerde
birkaç işyeri temiz kâğıdını Adalet Dağıtıcılarından almasını
istemişlerdi. Oradan çıksa çıksa
simsiyah kurukafa çıkardı.
Kahvaltıyı
Eşi’yle yaptı. Kendisini acele yoldan kapı dışında buldu. Her işyerinde
hüsranla bitişler olduğundan dolayı ayakları dükkândan içeriye girmek
istemiyordu. İş konusunda çok bunaldı. Yine de umudunu karanlığın kollarına
bırakıp yok olmayı seçmedi.
Sakıncalının
oturduğu apartmanın yanındaki apartmanın altındaki dükkânda bir marangoz
dükkânı vardı. Çekik Gözlü orayı işletiyordu. Pazar günleri hariç Sakıncalı,
Çekik Gözlü’ye:
“Günaydın
ustam.” Derdi.
O
ise elindeki işi ya da dükkânının önünü temizlerken, hortumla sularken şeytanın
kardeşini görmüşçesine elindekileri bırakıp kaçardı. Sakıncalı olanlara
üzülürdü. Bazı günler dükkân açık olur içeride kendisi yoktu. Nedenini tahmin
etmekteydi. Bir gün ‘Bu işi nasıl halledeceğim?’ diye düşünürken aklına Çekik
Gözlü’nün hemşerisi olan Çekik Gözlüm geldi.
İş
aramalar devam ederken sokak arasında Çekik Gözlüm’e denk geldi. Ona olanı
biteni anlattı. Birkaç gün sonra öğlene
doğru dükkânda üçü buluştuğunda, Çekik Gözlü’nün eli titriyordu. Oysa ince uzun
boyluydu. Saçları az da olsa döküktü. Gözlüklüydü. Küçük piknik tüpünde çay
demlikte demleniyordu. Sakıncalı:
“Kolay
gelsin ustam.” dedi.
“
Saaağooolasın arkaaadaaaş.”
İskemlelerde
birbirlerini görecek şekilde oturdular. Çaylar içilirken Çekik Gözlüm:
“Sakıncalı,
toplumsalcılığı, eşitliği, paylaşımı savunuyor. Buraya geldiğimde bana yakınlık
gösterenlerden birisidir.” dedi Çekik Gözlü’ye. “Sana gelelim; neden bundan
ürktün? Büyük Dev Adam olarak mı algıladın?”
Çekik
Gözlü susmayı tercih etti. Çekik Gözlüm
soruları arka arkaya soruyordu. Yanıt alamayınca araya Sakıncalı girdi:
“Artık
barışı sağladık. Zamana bırakalım.”
Çekik
Gözlü’nün dili birden özgürleşti:
“Senin
dediğin daha mantıklı olur.”
El
sıkışıp ilk ayrılan Sakıncalı oldu. İkisi baş başa kalmış konuşuyorlardı.
Sabahları
Sakıncalı:
“Günaydın
ustam.” dediğinde, Çekik Gözlü: “Günaydın komşum.” demeye başladı.
Zaman
içinde dükkânda çaylar içildi. Sohbetler edildi. Sakıncalı’nın içini kemiren;
‘benden neden kaçıyordu?’ sorusunun yanıtıydı.
Sonunda
boynunda bir bez parçası bağlantılı taşıyacak pimapenin malzemelerinden bir
tabla yaptırdı. Semt pazarlarına ve diğer pazarlara çıkmaya başladı.
Zabıtalarla köşe kapmaca oynuyordu. Sattığı vergi iade zarfları, çakmak,
permatik, tıraş bıçağı, yara bandı, kalem ve türleriydi.
Elindekini
vermemek için pazara giriş bölümünde zabıta müdürüyle ağız dalaşına girdi:
“Fabrikatörlere,
sermayeye ceza kesebiliyor musunuz? Gücünüz bana mı yetiyor?”
Söylemlerle
kalaylama düzene girdikçe zabıta müdürü, şefi:
“Hadi
git gözümüzün önünde olma!” diyerek başlarından savdı.
Sonunda
ruhsal bunalıma girdi. Sattığı her ürünü her hafta zamlı almaya başladı. Ne
satacağını şaşırmaya başladı.
Bir
akşamüzeri iş dönüşü Çekik Gözlü çay içmeye Sakıncalı’yı davet etti. Karşılıklı
otururken konu ikisinin kendi işlerinin zorluğuna geldi. Dertler üst üste
geldi.
Çekik
Gözlü konuşma sırasında:
“Sen
içerideyken Boydan Kısa bana: ‘Sakıncalı çok tehlikelidir. İnsanı böler de
geçer. Emrinde binlerce adamı var. Elini kaldırsa bombalar yağar. Diğer elini
kaldırsa makinalı tüfekler ok gibi ileri fırlar. Para isterse ver. Bir şey
yaptırdığında sakın parasını almayasın yoksa dükkân başına yıkılır. Sağ kalır
mısın bilemem?’ dedi. Bende bir korku başladı. Ne berbat yere dükkânı açtım
diye. Dükkânı taşımayı düşündüm. Cepte para yok! İşler kesat… Sende içeriden
çıkınca aklım uçtu. Seni görünce önümü göremiyordum. Bir yerlere gidiyordum ama
bende bilmiyordum. Seni tanıdıkça sade bir vatandaştan farkının olmadığını
gördüm.”
Artık
pazarlar hariç semtlere ve ilçelere gitmeye başladı. Kazancı zamlar karşısında
eriyordu. Aslında kendisi de eriyordu. Eve ekmek götüremiyordu.
Muhbiri,
istihbaratçısı, emeklisi, işsizi ve diğerleri işportaya yönelmişlerdi. Bu arada
kazanan toptancı oluyordu. Talep olan mallara hemen ekleme yapıyordu.
Sistematik olarak her hafta zamlar moral bozuyordu.
Pazarlarda
dikkatini çeken dilencilerin on beş günde bir değişim yapmalarıydı. Açıktan
şirketleşmişlerdi. Her dilencinin bir sahibi vardı.
Başka
bir semtte elleri sağa sola dönmüş, ayağının biri yana dönük olarak yay gibi
yürüyen, bol miktarda para toplayan birini gördü. O kişiyi devamlı yan gözle
kesiyordu. Bir yandan söylenerek yürüyordu:
“Amma
çok duygularıyla oynanan enayi var! Verdikleri parayı ben istesem bana
vermezler.”
Adam
bağırıyordu. Ara sıra sessizce aciz duruma düşmüş birini oynuyordu:
“Allah
rızası için yardım edin!”
Yandan
bakışlarını fırlatıyordu.
Başka
bir semtin pazarında yokuş yukarı çıkarken Adam, Sakıncalı’nın yanına
geldiğinde:
“Yeğenim,
beni takip et!” dedi. “Yokuşun sonundan sola dön, az ilerle, balıkçıların
tezgâhının arkasında bir çay ocağı var. Çaylar benden.”
Sakıncalı
onun arkasından giderken ona verilen paraları saymakla meşguldü.
Çay
ocağında Adam dimdik ayakta çayını içiyordu. Başındaki yün örgü olan şapkasını
çıkarmıştı. Saçları gürdü. Üzerinde kalın ceketi ile altında kumaş kahverengi
olan pantolonu vardı. Aralarında tek tük beyazlar gözüküyordu. Sakıncalı
içeriye girdiğinde:
“Yeğenime
bir çay! Parası benden.”
Yeşilimsi
boyadan duvarlarda eser kalmamıştı. Köşe yerde tahta sandalyelere oturdular.
Önlerinde tahtadan yapılma bir masa ve çevresinde iki tane tahta sandalye
vardı. Adam konuşmasına başladı:
“Yeğenim
seni pazarlarda izliyorum. Satış yapamıyorsun. Bir yandan sana acıyorum.”
Sakıncalı'yı
kalbinden vurmuştu. Yüzü kızardı. İçinde cız diye bir ürperti geçti.
Yutkunduktan sonra:
“Ben
de sana gıpta ediyorum. Güzelce inekten süt sağarcasına insanlardan aldığın
parayı cebe indiriyorsun. Sence bu meslek midir? Nedir?”
Adam
hafiften gülümsedi:
“Bize
bir çay daha getir emmi! Yeğenim zorla almıyorum. Bende para almak için biraz
dini olarak dil döküyorum. Kendimi acındırıyorum. Biraz da figürlerimi sergiliyorum. Enayi
olmasınlar canıııımmm.”
“Bu
bir kazanç kapısıdır. Herkes kolay zanneder. Aslında zor iştir. Zabıtaya
yakalanmayacaksın. Hemen payını vereceksin. Zaten üzerimde fazla para olmaz. On
beş dakikada bir avanta gelen para bizi izleyen kişi tarafından toplanıyor.
Arabada bulunan tahta kutularımızı bırakıyorlar.”
“Akşama
bölüşüyoruz. Başımıza bir miktar adam başı para gidiyor. Şoföre ve o günkü
kişiye, paraları gelip alana da para gidiyor.
Bizim iş böyle dönüyor. Başımız geçmişte dilencilik yapmış, işin
ehlisidir.”
“Sen
işini değiştirsen?”
Gözlerinle
umut ararcasına ona baktı:
“Sermayem
yok!”
“Yeğenim
karnın aç mı?”
Gülümsedi:
“Hayır,
sağ olasın.”
Sakıncalı
istemeyerek olsa da satışa çıktı. Morali alt üsttü. Sinirden düzene içinden
söyleniyordu. On iki, bir arası Adamı köfte ekmek arası yerken aşağı kahvenin
bahçesinde gördüğünde cebindeki parayı yoklayarak, yanında bir çay ile gevreğe
talim etti.
Pazar
günleri bile pazara çıkıyor, emeğinin hakkını alamıyordu. Satılan birkaç kalem,
çakmak ile akşamı ediyordu. Vergi iade zarfları zamanı gelince iyi satış
oluyordu. İlk başladığı günlerde kazancı iyiydi.
“Çakma”
cümlesini seyyar satıcı arkadaşlarından duydu. Çakmaklar, piller ülkesinde de
vardı. Arkasından kalemler, pilot kalemler geldi. Permatikler de çakma olarak
piyasada yerini aldı. Birçok müşteriden olumsuzlukları dinledi. Demek ki
işleyiş yapısında moda böyle işliyordu. Kalite kalitesizliğe dönmüştü ama
neden?
Bir
akşam Eşi’yle sohbet ediyorlardı:
“Ülkemizde
kalite denilen olay kalktı. Kontrol denilen mekanizma formaliteyle işleniyor.
Tüketim toplumuna doğru gidiyoruz.”
Eşi
ona bakarak:
“Kalite
sıfır. Hormonlu yiyecekler bizlere sunuluyor. Radyasyonlu çayları içmeye devam
ediyoruz. Bir yandan kalitesiz mallar! Gelecek kuşaklara kötü bir miras
bırakıyoruz.”
O
gece sorunlarını konuştular. Acaba kaç kişi sorunlarını konuşuyorlardı? Çözüm
olarak ne gösteriyorlardı?
Sakıncalı’nın
sırtında sırt çantası vardı. Elinde tablası, diğer elinde naylon poşette
tezgâhına koyacağı eşyaları vardı. Belediye otobüs durağına doğru sallana
sallana geldi. Kalabalık azdı. İlk gelen belediye otobüsüne bindi. Sırtındakini
çıkartarak oturduğu yerin ayakaltına bıraktı. Tabla ve naylon poşet üzerinde
duruyordu.
Kendisi
de hemen uykuya geçti. Beşiğin sallanmasına benzer sallanmayla sallanıyordu.
İneceği durağı geçtiğini kendisine geldiğinde fark etti. Hemen ilk durakta
aşağıya indi.
Eşyasını
tablaya koyup, sırt çantasını da sırtına yükledi. Tablayla bağlantılı bir bez
parçasını boynuna geçirdi. Böylelikle kalabalığa daldı. Gözleri zabıtalardaydı.
Temkinli gidiyordu. Bir yandan Adam’a bakınıyordu. “Nerede kaldı?” diye
söylendi. Kocaman pazardı. Nihayet üç tane pilot kalem satınca hafiften
gülümsedi.
Aşağıya
doğru iniyordu. Karşıdan Adam’ı görünce gülümsedi. Yanına doğru ilerlediğinde:
“Nerede
kaldın?” dedi.
Adam
sıkkın:
“Başımıza
buyruk olan şu hurda dolmuşu değiştirmedi gitti. Sabah sabah bozulacağı tuttu.
Tamirhanenin önünde toprağa hepimiz kök saldık. Gır gıııırrr diye gideceği yere
gidiyordu. Bir de bir o yana bu yana dans edercesine sallanıyordu.”
“Geçmiş
olsun.”
“Sağ
olasın. Bana takıl çay ocağına doğru gidelim. Bir enayi takılır da para atar,
böylelikle siftah yapmış olurum.”
O
önden, Sakıncalı arkasından ağır ağır yokuş yukarıya çıkıyorlardı. Enayiler
takılıyordu. Bolca para veren de vardı. “Gözümün başımın sadakası olsun.” diye
söylenenler de.
Sakıncalı
hafiften söylenerek:
“Ya
enayiler ya! Ne gözünün sadakası be! Kaza da geçirirsin, kanser de olursun! Hay
senin sadakana!”
Çay
ocağına gelir gelmez tahta sandalyelere oturdular. Adam:
“Yeğenimle
bana birer çay ver.”
Çaylar
içilirken Adam yüzünü Sakıncalı’ya çevirdi:
“Yeğenim
sana acıyorum. İşi değiştirsen diyorum!”
Sakıncalının
canı yandı:
“Senin
işi yapsam?”
Adam
şaşırdı. Ona bakarak:
“Yeğenim
bu işin bir kuralı vardır! İlk önce sahibin olmalı, yalnız bu denizde boğulursun.
Her yer parsellenmiş durumda. Belirli aralıklarla yer değiştirerek geliyoruz.”
Sakıncalı
çayını yudumladıktan sonra:
“Ya
tek tek olanlar?”
“Onları
belirli saatte dolmuş sırasıyla alıyor.”
Sakıncalı:
“Sizler
o zaman şirkete dönmüşsünüz! Avanta para verip rahatlıkta sağladığınız ana
merkezler de vardır. Zabıtaların karışmadığı yerlere tanıklık eden biriyim.”
Adam:
“O
işi bilmem, o kadar. Ben parama bakarım. Avantasını almadan bize soluk
aldırırlar mı sanıyorsun! Sen çorbana bak! Gerisini boş ver yeğenim.”
O
gün satış yaparken ciddi ciddi dilencilik yapmayı kafasına koydu. Gözleri
doldu. Bağırmaya başladı:
“Üç
tane pilot kalem bir lira, yok mu alan!”
Sakıncalı
öfkeli mi öfkeli. Bağırmaya başladı:
“Üç
tane pilot kalem beş lira, yok mu alacak bol keriz enayi? Almazsan alma ben de
satmıyorum. Ulaaannn...!”
Yanından
geçenler anlamsız gözlerle ona bakınıyorlardı.
Hüseyin
Habip Taşkın
20.10.2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder