Kendi
dünyasında yalnız değildi. Koyduğu hedeflere eksikte olsa ulaşıyordu. Edebiyat
alanında küçük adımlar olsa da ilerliyordu. İnsan seline bilinç götürmeye devam
ediyordu. Ne kadarın da başarılıydı; kendisi de tam olarak bilemiyordu. Bu ara da
her yılı basamak basamak geri de bırakıyordu.
Gençlik
yıllarında yol arkadaşlarıyla birbirlerine söz vermişlerdi. İnsanca, eşit
koşullarda birlikte yaşamaya, üretmeye, paylaşmaya, sınırların, paranın
olmadığı bir yaşama merhaba demek için bunca acıya hep birlikte göğüs
germişlerdi. Dünün gençleri bugünün yaşlı kuşağına girmişlerdi. İsteselerde
istemeselerde yaşamın engebeli yolunda yaşlılıkla birey olarak yüzleşeceklerdi.
Kendi
kuşaklarından yaprak dökümünü andırırcasına toprağa karışıyordu. Gidenlerin bir
hikâyesi vardı. Eksik ve hatalı yanları olsa da, Toplumsal Düşünce etrafında
özverili çalışmışlardı. Güzel günlere içten inanıyorlardı. O günü görmek için
can atıyorlardı. Ne yazık ki, bir palet, postal harekâtında altta kaldılar.
Onurlarını
koruma adına bedeller ödediler. Öyle basit değildi ödenenler. İpin ucunda
sallandırdılar. İşkence hanelerde cansız bedenler çıktı. Yargı, yargısız
infazlığını yaptı. Yarım insan olarak Dört Duvar arasından tahliye olanlar
oldu. Ne olduysa oldu. Ama hiçbiri unutulmadı. Unutturmamak için söz
vermişlerdi o zindanlarda.
Sakıncalı
okuduğu kitabının arasına takvim yaprağını koydu. Dirseklerini masaya dayadı.
İki elini birbirine kenetledi. ‘Zamanım az.’ diye düşünürken İşportacılık
yaptığı dönemlerde yaşadığı bir olayı yeniden yaşıyormuş havasına girdi:
Aynı mahallede esnaflık yapan Foto vardı. Ana
cadde de fotoğrafçı dükkânı vardı. Sakıncalı ile o dönemlerden tanışıyorlardı.
Görüş olarak farklı olsalarda komşuluk adına ayaküstü sohbetleri oluyordu. Foto inanç gruplarına daha yakındı. Sakıncalı
dünya görüşünü hiçbir zaman saklamadı.
İnanç
birliği yapanlar yaşadıkları coğrafyada İnanca dayalı bir Parti kurduklarında
Foto’da bu kuruluşun içinde yer aldı. Kurulan
Parti’nin ağzında devamlı inanç içerikli sözler çıkıyordu. “İnanca saldırı
var.” Gündeme oturan buydu. Biraz da inanç üzerinden pirim yapmaları için
gündemde tutmaktı. Amaçlarına büyük ölçüde ulaştılar.
Parasal
ilişkiler, şirketler derken inanç temelinde sermaye yeş
ile boyanarak piyasa da
gülün açışına benzer bir açılışla çoğaldı.
Semtler
de, ilçeler de, şehirler de yönetici kadroların garibanı yoktu. Parasal musluk,
yabancı inanç sermayesi tarafından da finansman olarak aktı. Yüzler gülüyordu. Sözü
geçen, çevresi olanlara ağ atılarak kafakol ile yanlarına çekip, genişlemeye
başladılar. Garibana makarna, kömür derken Gariban Aboneliği başladı. İşin
gidiş hattında maddi durumu iyi olanlar da fırsat fırsattır diyerek Gariban
Aboneliği’ne katıldılar.
Böyle
bir musluktan beslenen belirli bir zümre kendisini sorgulamadığı gibi
karşıdakilerinin yaptıklarını da sorgulama zekâ kapasitesine sahip değillerdi.
Siz ne diyorsunuz? Hııımmm. ‘Satılmak.’
Her zaman malın satışı olmaz. İnsanımsı varlıklar da mal gibi satılabilirmiş.
Sakıncalı’nın
çevresi alabildiğine geniş olduğunu, Toplumsal Düşünceyi savunduğunu bildiğinden,
ayrıca İçeriden çıkıp hiç kimse iş vermediğinden, boynuna geçirdiği ekmek
teknesiyle dolaştığını ve başka hesapları göz önüne alan Foto bir akşamüzeri
onun gidip geldiği yolda önüne geçere:
“Bana
on dakikanı ayıracaksın. Hiç itiraz etmeyesin.”
Birlikte
ana caddeden aşağıya dönen sokak arasına dalış yaptıklarında yol hafiften
aşağıya doğru meyilliydi. Birinci sokak değil, ikinci sokağın solunda bulunan
köşe dükkâna girdiler. Dükkân sahibi ayağa kalkarak:
“Hoş
geldiniz. Siz oturun benim dışarıda biraz işlerim var.”
Diyerek
dükkânı terk etti. Vakit kaybetmeden konuya giriş yaptı:
“
Sana bir teklifim olacak! Bırak paylaşımı, eşitliği, biraz da paranın üstünden
bak dünyaya. Ye, iç keyfine bak. Bunca yıl mücadele nereye kadar?”
Çok
dikkatli dinlerken, bir yandan lafı nereye getireceğini tahmin etmeye
çalışıyordu?
“İnanca
dayalı bir Parti kurduk adına bakma, her kesimden insan var. Senin de bize
katılmanı istiyorum. Altına bir araba ve iş imkânı veriyoruz.”
Teklif
gayet güzeldi. Bu işsizlikte milli piyangodan yüklü para çıkmışçasına, kebap
işti. Foto bu işe ‘garanti gözüyle bakıyordu.’ Hiç kimsenin paraya hayır deme
cüreti olamazdı. Her bireyin bir fiyatı vardır mantığı işlene işlene, herkesin
satın alınabileceği düşüncesi ağır basıyordu.
Sakıncalı
gayet yarı ciddi, sulu söze girdi:
“Ben
almayayım. Birlikte, eşit koşullarda yaşamadan yanayım.”
Sözü
bittiğinde ayağa kalktı:
“Ben
gidiyorum. Ölen yol arkadaşlarıma, insanlara sözüm var. Ayrıca benim fiyatım
yoktur.”
Dükkândan
çıkıp evine doğru yürürken arkasından bakarak söylendi:
“Neyine
güveniyorsun ey Sakıncalı? Önüne serilen serveti nasıl tepersin manyak?”
Yaptığı
her işten pişmanlık duymamıştı. Yaşamın bir bedeli olduğunu görerek yaşıyordu.
Yine de düşe kalka olsa da onurunu korumaya devam ediyordu.
Foto
onunla karşılaştığında şoktan çıkamamış, soğuk havasını takınmaya başlamıştı.
Aklında ‘Fırsatı nasıl paraya çevirmez vardı.’
İnsanın,
hangi makam da olursa olsun satın alınışını birçok konuşmada duymuştu. Yaşamın
iğrenç çarkları özel mülkiyet ile kapıyı aralarken yıllar içinde kokuşmuşluktan
istifade eden edeneydi.
Öyle
bir döneme girilmişti ki, seçimler dönemi sıkça yapılmaya başlanmıştı. Paralıların
resmigeçit yaptığı, bol keseden dağıttığı ama öz olarak hediyeciklerin
yerlerine göre dolgun ya da çok az dolgun olarak ulaştığı bir dönemden
geçiliyordu. Babalarının ya da
ölmüşlerinin hayır dualarını almak için değildi bunca yapılanlar.
Foto
tekrardan Sakıncalı’ya olta atar. Ana
caddenin üzerinde beton direğinin yanında ayaküstü konuşmaya başlarlar:
“
Sen neyi teptiğinin farkında mısın?”
“Neyi
tepiyor muşum?”
“En
pahalı bir arabayı iste alayım.”
“Jaguar
alalım mı?”
“Alacağım.”
Sakıncalı
gülüp gülmeme arasında:
“Bu
para kimden?”
“Sen
ne yapacaksın? İşin de hazır.”
“Neden
Ben?”
“Çevren
geniş ve herkesle bağın var. Deneyimin var.”
“Ben
parayı sevseydim. Bürokrat babamın sayesinde işi götürürdüm. Başka kapıda dolan
derim.”
Foto
bu konuşulanları sorumlularına anlattı. Hepsi
bir ağızdan:
“Manyak
mı bu?” demişlerdi.
Aradan
yıllar geçtiğinde yine şenliklerin yapıldığı seçim zamanında Foto seçim
otobüsünün ön tarafındaki koltuğa oturmuş, kendince gelen geçenin nabzını
ölçüyordu. Onu tanımayanlar belki de önemli bir şahsiyet diyebilirlerdi.
Sakıncalı’yı
görünce otobüsü durdurup ayağa kalkıp açılan kapının ağzına geldi:
“Sana
son bir şans veriyorum! Sana ne söylediysem hepsi olacaktır. Otobüse bindin
bindin. Binmezsen bir daha teklif yok!”
El
sallayarak oradan yan sokağa döndü. Arkasına bakınmadan yoluna gitti. Otobüs hareket ettiğinde kapı ağzından
dışarıya bakınıyordu. Sadece aklında Sakıncalı vardı. ‘Manyak.’
Emeklisine
aylar kala Yüksek Yargı’nın son kararını yargılandığı yazar ve farklı meslekten
olan arkadaşlarıyla bekliyordu. Beraat kararı ağır bassa da, ceza almayı
düşüncelerinin dışında tutmuyorlardı. Olumlu ya da olumsuz bir karar
çıkabilirdi. Yargılandığı arkadaşlarının bir kısmıyla Çevre Kahvehanede
toplandıklarında tenha olan duvar dibindeki masa etrafına oturduklarında Hafiften
Esmer konuşmaya başladı:
“Yüksek
Yargı birçok kararı bozdu. İtiraz üzerine cezalar ine ine düşünce suçuna
düştük. Ellerinde delil yoktur. Burası bizim ülkemiz her an karşımıza sürpriz
bir ceza çıkma ihtimali kuvvetlidir. Düşüncem derki? Ceza alınca burada mı
kalalım? Yoksa sınırları aşarak dili, kültürü farklı bir diyara mı gidelim?”
Zor
bir soru sorulmuşçasına masadakiler sessiz kaldılar. Hafiften Esmer:
“Bir
karar vereceğiz!”
Sakıncalı
konuşana baktığında:
“Ben
derim ki? Eeee… Burada kalalım. İçeride insanlık mücadelesini verelim.”
Birlikte
yattığı Yazar:
“Sakıncalıya
katılıyorum. Burada kalalım. Dört Duvar arasında yatmaksa yatalım.”
Konuşmalar
sonunda burada kalmalarına ve içeride Dört Duvar arasında cezalarını
bitirmelerine karar verdiler. Bu kez de çevrelerine bu kararı nasıl
anlatacaklardı? Sorusunun yanıtını aramaya koyuldular.
Buluşmadan
sonra birkaç ay sonra Yüksek Yargı olumsuz yönde kararını vermiş, hukuk yolları
bitmişti. Karar şöyle açıklanmıştı: “Delil yok ama elleri tabanca gibi
maddeleri göz önüne alarak, birçok kişiyi bir araya toplayabilirlerden.” Dört
Duvar biletlerini kesmişlerdi.
Karar
böyle olsa da, askerin yönetime el koyduğu yıllarda ceza alanlar bu dava da
olduğundan yüce yargılayıcılar geçmişin sayfasını kapak ve delil olarak göz
önüne almışlardı. Bu yorum yargılananlara aitti.
Ceza
kesinleştiğinde Sakıncalı işi bırakmak istedi. Güneşin yakıcı sıcaklığında Patroniçem’e
olanları anlattı. Birlikte yukarıya çıkarak Muhasebeci’ye:
“Sakıncalı
Dayı’nın kaç günü kaldı?”
Bilgisayardan
dokümanlarına bakıp:
“
Gününü doldurmuş, bu senenin bitmesine yirmi gün var. Önümüzdeki seneden on beş
güne yakın alırsa eline biraz fazla para geçer.”
Patroniçem
oturduğu yerden kalkarak Muhasebecinin yanına giderek, bilgisayara bakındı. İyi
bir çözüm yolu nasıl bulabilirimi düşünmeye başladı?
“Sakıncalı
Dayı toplam bir ay buradasın. Eğer seni gazeteci ordusuyla almaya gelen olursa,
buranın adını çıkartırlar diye üzülme! Sen ilk önce insansın. Keşke herkes
senin gibi olsa!”
Bir
ay içinde tutuklama emri çıkartılabilirdi. Patroniçem’in desteğini aldığından
dolayı mutluydu.
Eşi
olanları duysada üzüntüsünü belli etmemeye çalıştı. Oğlu da üzgündü. Ya
Sakıncalı? Kafasında her düşünce fışkırıp duruyordu. Yanıt aramaya koyuluyordu.
Zamanının daraldığının farkındaydı. Her işini anında bitirmek istiyordu. Olmuyordu.
Sayılı
günler geçip gittiğinde iş yerinden ayrılma vaktinin geldiğini işaret ediyordu.
Oysa buraya çok alışmıştı. Garsonlardan, mutfak personeline, muhasebeciye
alışmıştı. Patroniçem öğleden sonra geldiğinde direk çalışma yerine geçti. Çok
sürmediği gibi elinde gazete kâğıdına sarılı olan kabarık küçük paketi
Sakıncalı’ya verdi. Paketi alınca birkaç kâğıda çıkış imzasını attı.
Patroniçem:
“Sakıncalı
Dayı vedalaşmayı akşam yapalım. İçeriden çıktığında burası açık olursa
çalışmaya gelmek istersen kapım sana açıktır.”
Nerdeyse
duygusallıktan ağlama moduna geçecekti. Kendisini zor tuttu. Yalnız kaldığında elindeki
paketi açtı. Paralar gözüne çok geldi. Üç kez saydı. Paranın fazlaca
verildiğini düşünerek, paket elinde çalışma odasına yürüdü.
Kapıyı
vurup içeriye girdi. Patroniçem masada hesap işindeydi. Eşi piposunu içerken
bir yandan gazetesini okuyordu. Muhasebeci ayakta elindeki küçük kâğıda
bakıyordu. Patroniçem ona bakınarak ‘ne var?’ dercesine başını oynattı.
Sakıncalı biraz sıkılgan tavrıyla:
“
Yalnız konuşalım mı?”
“Sakıncalı
Dayı aramızda yabancı yoktur. Rahatlıkla konuşabilirsin.”
“Verdiğin
para fazla olduğundan geri getirdim.”
Patroniçem
gülümseyerek:
“
Bu para sana ananın süt akı gibi helal hoş olsun. Evin kira değil, eşin ve
çocuğunu, seni de hesaba katarak hesapladım. İçeriden çıkıncaya kadar. Bu para
hepinizi idare eder. Seni bekliyorum.”
Sakıncalı
tahta merdivenleri indiğinde kendisini mutfağa attı. Gözyaşlarının akışına
engel olamadı. Sahiplenme duygusuyla kendisini kaybetti. Belirli bir aradan
sonra bulaşık yıkadığı çeşmede suratını yıkadı.
Ağır
adımlarla kitabevine yürüdü. Nasıl yürüyüp geldiğini anlayamadı. Kendisini
raflardaki kitaplara bakarken buldu. Diğer zamanlar yeni gelen kitapların
sayfalarını kurcalardı. Oralarda farklı konular arıyordu ama nedense
bulamıyordu. Belki de bulmak istemiyordu.
Akşam
olduğunda Patroniçem mutfağa gelip vedalaştılar. Birbirlerine sarılıp iyi
dilekte bulundular. O gece gelen müşteri azdı. İşleri erken bittiği için iş
yerindeki arkadaşlarıyla vedalaştı.
Belediye
Otobüs Durağına giderken çalıştığı yerin dış duvarlarına, denizine karanlıkta
baktı. Birkaç gün sonra yolculuk başlayacaktı. Dört Duvar arasında yeni bir
yaşamla yüz yüze olacaktı.
Hüseyin
Habip Taşkın
16.01.2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder