Gözlerini
yumduğunda denizin kokusunu içine çekti. Deniz kokusundan başka her şeye
benziyordu. Gözlerini açtığında kopkoyu farklı bir renk tonuyla karşılaştı.
Yıllardır körfeze toprağın altında bulunan künkler aracılığıyla tuvalet
ihtiyacı, banyo, bulaşık suları akıtılmıştı. Ya fabrikaların? Onlarda
akıtmıştı. Bilinçsizce yapılan ve ucuza mal etme derdiyle uğraşan idarecilerin,
denizi katletmesine neden oldu.
Müşteri
gelir düşüncesiyle mutfağa geçti. Kendisine demlikten bir bardak çay koydu. Taburesine
oturup, çayını yudumlamaya başladı. Canı sıkılıyordu ama nedenini kendisi de
bilmiyordu? Mahkeme uzadıkça moraller suya düşüyordu.
F
Dört Duvar’da yaşantısı aklına geldi. Ortak alana çıkmalarda mahkemeye hazırlık
yapmak için Hafiften Esmer ile bir araya geliyorlardı. Daha sonra birlikte
kütüphaneye çıkmaya başladılar. Sonunda spor alanı olan yere çıktılar.
Aralarına
İnanç Grupları’ından birinden olan Konuşmayan’da katıldı. Daha önce yazılı
notta yazdığını sözlü olarak söyledi:
“İnancım
var. Gittiğim ibadet yerinin başka bir İnanç Grubuna aitmiş, uyanıncaya kadar
içlerine girmiştim. Amca’ların izlemesi sonucunda alındık ve hepimizi
toparladılar.
Yaşamımda
öylesine dayak yemedim. Elektrik seanslarıyla tanışmadım. Küfürler çevremde
söylenmezdi. Hepsiyle operasyon günü tanıştım.
Dört Duvar arası kapalı
bir kutudur. Sessizlik hâkim olmuş gözükse de kişinin içindeki fırtına
sessizden gidiyordu.
İçeride tanıştığım bir mahkûm
bana:
“ Eşi’mide almışlardı. Bana
karşı tehdit ederek çözmeye çalışmışlardı. Sadece bildiri dağıttığımı anlatım.
Ama dünyam daraldı. Boğulacakmışçasına kendi dünyamla baş başa kaldım. Tanımadığım birini sorumlu olarak kabul
edince kendimden utandım. Onun ve diğerlerinin suratına bakamadım.
Bir
gün idareye çıkıp arkadaşlarımın yanından ayrılmak istiyorum dedim. İdare beni
sıkıştırdı:
“Neden?”
Ben olanları onlara anlatmadım ama içim içimi
yedi.
Sabah
sayımından sonra kapımız ikinci kez açıldı ve ben oradan kaçarcasına
hazırladığım eşyalarla bir çıktım. Arkadaşlarım bağırdı:
“Nereye
gidiyorsun?”
Onlara
ben ‘dik duramadım’ diyemedim.
Hakkımda
ne düşündüler bilemedim. On beş güne yakın bir koğuşta kaldım. İki kişi daha
vardı. İkisi sevke gitti. Biraz rahatladım. Yalnız daha iyi düşünüyordum.
Yaptıklarımdan dolayı pişmanlık duydum. Ağladım hüngür hüngür.
Geriye
dönsem aralarına alırlar mıydı?”
Diye
anlattı. Ben de:
“Belirleyici
sensin. Kararını ver, dediklerin yan koğuşta kalıyorlar. İletirim.”
Bir
gün bana ortak alanda:
“Onlara
söyle ifademi düzelteceğim. Yanlış yaptım. Özür dilediğimi ilet.”
“Tamamdır.”
Dedim.
Ortak
alandan ayrılır ayrılmaz. Yattığım yerin ikinci katındaki pencereden bağırdım:
“
Arkadaşınız geri gelmek istiyor. İfadeyi değiştirecek. Özür diliyor.”
Havalandırmada
sevinç çığlıkları atılıyordu. Tanıştığım arkadaş o günü bana şöyle anlattı:
“Ben
konuşmalarınızı tam duyamadım. Sevinç çığlıkları atarlarken ben ağladım. Eşimi
korurken, tanımadığım kişilere haksızlık ettim. Onlar beni affetti ama ben
kendimi asla affedemedim.” Dedi.
Sakıncalı’nın
gözlerinden nedendir bilinmez yaşlar geldi.
İşe
başladığının ikinci haftası işyerine öğlen iki civarı Amcaların Sivil olanları
gelmişti. Patroniçem ile yüksek sesle
konuşuyorlardı. Telsiz konuşmaları da araya karışıyordu. Sakıncalı kapı ağzına
gelip eliyle hafiften araladı. Önündeki kolon gelenlerin görüntüsünü
engelliyordu. Amcaların Sorumlusu:
“
Yanında çalıştırdığınız ikide bir Dört Duvar arasına düşüyor. Bölücü
faaliyetleri vardır. Tehlikelidir. Koş Koş, Fırtına, Vur Kaçırma gruplarında
aktif faaliyet içinde oldu.”
Sakıncalı
hafiften:
“Elinden
gelse beni kurşuna dizdirecek.”
“Burası
hatırı sayılı bir işyeridir. Burada barındıramazsınız. Duyulursa şahsınıza leke
düşer. Sizi uyarmaya geldik. Kiminle çalıştığınızı biliniz.”
Kapı
arkasında rengi uçmuştu. Sadece rengimi? Moralman çöktü. Sigortalı iş bulamazdı.
Bir anda Patroniçem’in gür sesi kulaklarında yankılandı:
“Beyler
içkinizi içtiğinize göre gidebilirsiniz. Sakıncalı ne olursa olsun, bana göre
insandır. Terbiyelidir. İşini aksatmaz.
Şimdi
buradan gidin bir daha gelmeyin. Sakıncalı’yı bir daha rahatsız etmeyin. Yoksa
hatırı insanlara sizleri şikâyet ederim.”
Tanımadığı
bir işkadını kendisine siper olmuştu. Onu canı gönülden korumuştu. Yine de
endişeliydi! Ya işten atarsa? Diye. Mutfağın içinde kısa alanda sanki Dört
Duvar voltası atıyordu. Ayak seslerinin geldiğini duyunca tezgâhın yanına
giderek, yönünü kapıya çevirdi. Kolları aşağıya doğru sarkık, ellerini sıkıca
yummuştu. Düşüncesi savrulup duruyordu. Kapı açılır açılmaz içeriye Patroniçem
girdiğinde, sözü ona bırakmayarak:
“
Eşyalarımı toparlayayım mı?”
“Hayrola
benden bıkmış bir halin var gibi! Ben sana git mi dedim!”
Yüzünde
gülücükler açtı. Yine de endişeliydi. Ya işini kaybederse!
“
Amcalar hakım da fazla atış yaptılar. Sokmadıkları grup kalmadı.”
“
Sen onları boş ver; emekline ne kadar var? Neyse benimle gel!”
Patroniçem
önden tahta merdivenleri çıkarken, Sakıncalı onu takip ediyordu. Biraz olsun
rahatlamıştı. İşten atmayacağına inandı. Karşıdaki tahta kapıyı açıp arka arkaya
içeriye girdiler. Muhasebeci şaşkın bakışlar arasında gelenlere bakıyordu.
Patroniçem
normal ses tonuyla:
“
Sakıncalı’nın emeklisine ne kadar var? Bir baksana.”
İnternetten
hemen sigorta bölümüne girdi. Giriş tarihi ve çalışma yıllarına bakıp,
toplamına baktıktan sonra:
“İki
yıla yakın var.”
Patroniçem
yüzünü Sakıncalı’ya dönüp:
“
Benimlesin. Buradan hiçbir yere kıpırdamak yok. Anlaşıldı mı?”
Mutluluktan
sesi biraz gür çıktı:
“
Anladım.”
“Şimdi
aşağıya in, bize ve kendine neskafe yap gel. Karşılıklı içelim.”
Muhasebeci
içeceğini alıp oradan ayrıldı. Sakıncalı başından geçenleri anlattı. Patroniçem
gerçekten üzülmüştü. O an bir heykele dönmüştü. Solgun yüzüyle hareketsizdi. Birden:
“
Benim ailem göçmendir. Ben çocukken Tito hayranıydım. Nasıl olduysa buraya
ailem geldi. Adına ‘Mübadele’ deniliyor. Bende de Toplumsalcılık yan ağır
basar.”
Mutluluktan
mutfağa girdiğini fark edemedi. İşe gelen Baş Usta:
“Hayrola
Sakıncalı Dayı bir sorun mu var?”
Etrafına
bakındı. Birlikte olduklarını anlayınca:
“
Sana anlattığım konu vardı. Amcalar bugün benim işime taş koymaya geldiler.
Patroniçem beni sahiplendi.”
Baş
Usta olduğu yerden:
“
Kadın sağlamcıymış. Helal olsun. İki ayak üzerine düştün.”
O
günden sonra Sakıncalı’ya Dayı lakabı da eklenmiş oldu.
İşten
çıkarılma korkusu taşımıyordu. Normal işine gidip geliyordu. Eşi’de biraz olsun
rahatlamıştı. İşyerinde personele günlük yemekler çıkarılıyordu. Patroniçem ve
Eşi akşamları çoğunlukla çıkan yemeklerden yerlerdi. Bir hafta bitmeden dipfriz
’deki etler, balık çeşitleri, deniz ürünleri, tatlılar personel yemeğine
dönüşürdü. Alkol alma iş bitiminden
sonraya kalıyordu.
Ev,
işyeri, Yayınevinin Bürosu’nda zamanı geçiyordu. Yazar 2 yayınevi temsilcisi
ile düşünce üzerine konuşuyorlardı. Bir gün bölgesel gazeteye yazı yazmasını
Sakıncalı’dan istedi:
“Yazını
yazıyorsun, ben de okuyorum. Bizim Gazete’ye yazmanı istesem?”
Aniden
önüne düşen bu teklife sevinç içinde:
“Olur.
Yalnız benim bir isteğim olacaktır? Size destek olarak yazarım. Halk ağzıyla
yazacağım. Konular güncel olacaktır.”
“Sorun
yoktur. Önümüzdeki yeni çıkacak sayıya bir yazı hazırla, ben gönderirim.”
İlk
önceleri bir gazeteye yazı göndermişti. Dört tanesi yayınlanmıştı. Şimdi ise yeni
bir çıkış olacaktı kendisi için. İnsanlara ulaşacaktı. Gazetelerdeki makale
yazılarını tekrardan takip etmeye başladı. Yazdığı yazıları karşılaştırarak
makale olup olmadığına karar verdi. Yayınlananlara ilerleyen aylarda baktığında
hatalarını net olarak gördü.
Kendisine
güven geldi. Bu arada roman, öykü okumaya devam ediyordu. 78’liler Grubuna
gidiyordu. Buradaki yol arkadaşları On iki Eylül’ün, askeri darbesinde payına
düşen her türlü baskıyı ve Dört Duvarı paylaşmalarıydı. Bir de sorgu odalarında
yükselen çığlık seslerine ortak olmuşlardı.
Yaşadıkları
bölgeler, dilleri, kültürleri farklı olsa da aynı havayı yaşamışlardı.
İlkbahar
geldiğinde içinde bir umut vardı. Kendisini durmadan yenilemesi, önüne hedefler
koyması onu daha da farklılaştırıyordu.
Çalıştığı
yer sosyeteye hitap ettiği için belirli bir insan topluluğu geliyordu. İşçisinin
maaşına zam yapmamak için her türlü hokkabazlığı yapan, saltanatları üzerinden kendilerini
çok akıllı sanan sömürücü tayfasının ortak mekânıydı.
Kimisi
metresini almış, günü birlik sahte sözcükleri ağzından dökerek:
“Çok
güzelsin. Seni seviyorum.”
Ve
benzeri cümlelerle, Karşılıklı:
“Şerefe.”
Diyerek.
Çıkarların kendi bakış açılarıyla üstünlük sağlamaya çalışmaları göze batardı.
Güzel
edebiyat cümleleri kurmaya çalışmaları aynı zamanda yatağa cumburlop girme
manevralarıydı. Zevkler alınır. Çıkarlar ilişkisi burada biterdi.
Şirket
çalışanlarının, patronlarının ticari iş bitirme yeriydi. Birbirlerine:
“Beyefendi,
hanımefendi.” Derlerdi.
Gülüşler,
mimik hareketleri hepsi sahteydi. Çıkar ilişkilerinin hızla döndüğü, sonuca
ulaşıldığı alandı. Garsona verilen cömert bahşişler. Kendilerini bulunmaz bir
varlık sanan acayip tiplerin geçici mekânıydı.
Pazar
günü öğlene doğru genç bir kız ile erkek gelip deniz kenarındaki masaya
oturmuşlardı. Barmen üzülerek konuşmaya
başladı:
“
Ben menüyü gelenlerin masasına bırakacağım. Gençler ellerine alıp, bir göz
attıklarında suratlarının şekli değişecektir. Her ikisi çulsuzdur. Eziklik
duyarak kalkıp gideceklerdir.”
Sakıncalı
onları izlemektedir. Barmen menü listesini gençlerin masasına bırakarak
ayrıldı. Her ikisi kolonun arkasından onlara bakıyorlardı. Kız ile erkek kısa
konuştular. Birden ayaklanarak, arkalarından birileri kovalıyormuşçasına
hızlıca uzaklaştılar.
Sakıncalı
ile Barmen hiçbir yorumda bulunmadılar. İnsanların arasındaki ayrımı,uçurumu
net olarak görmüşlerdi.
Hüseyin
Habip Taşkın
25.12.2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder