Patroniçem’in
yanında iki yılbaşını geçirdi. Yaşamında ilk defa rahat bir yerde çalışma imkânı
bulduğundan ufak tefek olan tartışmaları kafasına takmıyordu. Bir yandan Bizim
Gazete’ye yazılarını yazmaya devam ediyordu.
Kitaplarından
dolayı tanıyanlar ve özellikle arkadaşları köşeyi dönmüştür demeye halen devam
ediyorlardı. Oysa yazarlığın sorunları alabildiğine çoktu. Düzenin işleyiş
mekanizmalarından birisi de bireysellikten yanaydı. Okuyan, bilinçlenen insan
istemiyordu. Hele hele toplumsal içerikli yazı türlerini hiç istemiyorlardı.
Yazarlarını hiç sevmezlerdi. Onun içindir ki, her yıl içinde gümbürtüye
gidenler vardı. Düzen bu kişileri toplumdan soyutlamak için her türlü hokkabazlığı
yapıyordu.
Şiire
elveda diyeli yıllar olmuştu. Roman ağırlıklı yazı denemeleri yazıyordu. Yazdıklarını
okutacak kişi bulamıyordu. Morali ister istemez kademeli olarak bozuluyordu.
Yine de yazmaktan bıkmıyordu.
İrtibata
geçtiği Sarı saçlı, bıyıklı, orta boylarda tanımadığı Bir Yazar’dan kitaplarını
çalıştığı iş yerine getirmesini internetin e postasından istemişti. Karşılığını
olumlu yanıt alınca öğleden sonra beklemeye başladı. Bir yandan Ustalarına
yardım ediyordu.
Dört
Duvar aklına geldi. Kitap okuma bahanesiyle yargılandığı kişilerle kütüphaneye
gidiyordu. İlk on dakikası kitap okuma, geri kalan zaman diliminde kendi
aralarında sohbet ediyorlardı. Sorumlu İç Güvenlikçi:
“Konuşuyorsunuz
ama kurala göre yasaktır. Kapının açılmasını duyduğunuzda önünüze dönün
okuyormuş gibi yapın. Yoksa beni buradan alırlar.”
Söylenene
uydular. Kütüphaneye çıkmaları ikinci ayda engellendi. ‘Mahkemeye
hazırlanıyoruz’ diye ortak alanda buluşma dilekçesi yazıldı. İkinci ay dolunca
Oranın sorumlusu olan İç Güvenlikçi toplandıkları gün:
“Nasıl
savunma yapacağınızı hazırlayamadınız mı?”
Hafiften
Esmer’in rengi atsada:
“Bu
işle ha deyince olacak işler değildir. Yöneticilerinize söyle! Birkaç kere daha
buluşacağız.”
Birkaç
kere bir araya gelindikten sonra buluşma yerine çıkılmadı. Düşündüler,
taşındılar ortak alanlardan olan spor yapılan yere çıkmak için dilekçe
verdiler. İnanç Grupları’ından bağımsız kalan iki kişi de, birlikte spora
çıkmak için dilekçe verdiler. Defineci İki Kardeş’de spora çıkmak için dilekçe
verdiler.
Büyükçe
bir alanda voleybol sahası vardı. Karşıda siyah olan yukarıdan aşağıya, soldan
sağa doğru büyükçe bir perde vardı. Defineci İki Kardeş getirilmemişti.
Nedenini sorsalarda hiçbir zaman öğrenemediler. Duvarların, çatıların arkasında
kısa kısa birbirleriyle sohbet ettikleri, ihtiyaçların çatılardan, duvarlardan atarak
karşılanmasında rol oynamışlardı. Şimdi ise yüz yüze gelmişlerdi. Sohbet
koyulaştıkça onları getirenlerden biri:
“Bu
kadar konuşma yeter. Gören olursa yerimizden oluruz. Hem sporunuzu yapın, hem
de konuşmanızı.”
Bir
iki çıkmada denileni yaptılar. Diğer günler de ilk önce konuşma ve ardından
voleybol oynandı. Oyunun çoğunluğu karşılıklı konuşmayla geçti. Yazarlar ortak
alana çıkmanın bir anlamı kalmadığına karar vererek sonlandırdılar.
Bir
Yazar geldiğinde Sakıncalı arka kısma geçti. Tanışmadan sonra sohbet koyulaştı.
Ustası ikisine birer çay getirdi. Birbirlerine ısınarak konudan konuya hızlı
geçiş yapıyorlardı. Gelen kişi bir kitabını imzalayarak ona verdi. O da
ücretini ödedi.
Bir
Yazar etrafına bakarak:
“Burası
Dört Duvar’dan farksızdır. Nasıl kalıyorsunuz?”
“İnsan
alışıyor. Daha kötü koşulları olan işletmeler vardır. İşçi hakkı, sağlığı
formaliteler üzerinden gidiyor. Hatır gönül işi desek doğru olur.”
“Duyduğuma
göre sen de yazıyormuşsun?”
“Sizin
kadar değilim. Yaşamım bir mücadele alanıyla dönüyor. Malzemesi bol olan
biriyim ama basım işi zor. Yayınevlerinin istedikleri paralar aldığım aylığa
göre uçuk oluyor. İki ya da dört maaşımı vermek durumundayım.”
“Seni şimdi çıkardım. Yazar Arkadaşı
tanıyorsun. Bir edebiyat dergisine şiir getirmiştin. Uzun boylu, gür bıyıklının
şiirlerine politik demesi ile tartışma derinleşmişti. Yazar Arkadaş’ın ve ben o
derginin yönetim kurulundaydım. Senin şiirlerini kabul etmemesinden dolayı verdi
veriştirdi:
“Nasıl
kabul etmezsin? Dört Duvar arasında hepimiz için bedel ödeyen ve ödemeye devam
eden bir insan için ne demek politik? Politik şiir ya da öykü yazan yok mu?”
dedi.
Yönetimden
istifa etti. Sen neymişsin? Tanıştığıma memnun oldum. Gitme
zamanım geldi. Sana başarılar dilerim.”
“
Teşekkür ederim. Sana da başarılar dilerim. İlk defa benim için mücadele eden
biriyle karşılaşıyorum.”
Yalnız
kaldığında politik yazan yazarları düşündü. Hepsi de çok ağır bedeller ödedi.
Öldürülen de oldu.
Böylelikle
yayıncıların, edebiyat dergilerinin tutumlarını, düşünce yapılarının farkına
varmaya başladı. Söylenerek:
“Daha
neler göreceğim. Yazmak zor iş! Hele politik…”
Yaşadığınız
her alanda konuşmalarınız, dertleriniz, isyanlarınızda politik özellikler yok
mu? Var olmasına var. Bunun farkında olan acaba kaç kişidir?
Sakıncalı
işlek cadde de işportacıları gördü. Bir yandan satış yapıyorlardı. Diğer yandan
gözler zabıtalardaydı. Kazak satışı yapanların sayısı dört kişiyi buluyordu.
İkisi sağı ve solu kesiyordu. Biri satış yapıyordu. Diğeri satış yapanın yanında müşteri
numarasına yatıyordu.
Kendisinin
işportacılık yaptığı durumu düşünürken, bir yere bağlı kalmıyordu. Devamlı
hareket halindeydi. O zaman risk azalıyordu. Kendisini azda olsa rahat
hissediyordu.
Aynı
semtte, ilçede geze geze esnafların şahsen tanımalarına neden oldu. Son
günlerde ayrı semtlerde iki esnafın bakış açısı farklıydı. Benzinlikten hafiften yokuş yukarıya çıkarak
sağlı sollu esnaflara satış için uğruyordu. İlerledikçe yokuş dikleşiyordu. Yokuşun
orta yerlerine yakın sağda iki katlı binanın altında bir bakkal dükkânı vardı.
Buraya her gelişinde uğrardı.
Bir
gün Zayıf yapılı, yüz çehresi çocuğumsu bir yapıya sahip olan Kurnaz Bakkal:
“
Gel otur, bir soluklan!” dedi.
Tam
istediği bir ortamı yakaladığı için hoşuna gitti. Hemen tezgâhın yanında olan
tahta iskemleye çöküverdi. ‘Oh be ilaç gibi geldi.’ Diyerek aklından hızlıca geçirdi.
Çaylar anında bardaklara dolup, içmeye başladıklarında, içi boş olan
konuşmalara başlandı. En çok konuşanda bakkaldı. İkinci çaylar geldiğinde,
hepten kalkası gelmedi. Bakkal bir ara ona baktığında:
“
Sana bir şey diyeceğim. Yalnız kızmak yok?”
Ona
anlamsızca bakındı. Keyfi birden kayıplara karışarak karanlık düşüncelere
daldığında:
“
Hele söyle bakalım. Sen ve ben de rahat edelim. Olgun insanlarız, niçin kavga
edelim ki?”
“
Buraya satış yapmaya geleli bir yılı geçti.”
‘Benim
gelişimi hesaplamış! Bakalım ne yumurtlayacak?’ diye aklından geçirdi.
“Ben
senin mesleğinin işportacılık olduğuna inanmıyorum.”
“Sence
mesleğim ne?”
“Sen
gizli görevdesin. Birini gözlüyorsun gözlemesine ama dikkat ediyorum; kimi
gözlüyorsun onu anlayamadım?”
Sanki
beyninin içinde koşturanlar vardı. Birbirini avlayacakmışçasına aynı eksen
etrafında hızlanıyorlardı. Neredeyse nefesi kesilecekti. Zorlanarak kendisine
geldiğinde:
“
Sana anlatsam da beni anlayamazsın? Dersinki, ‘bu adam atmasyon yapıyor.’ İçi
beni, dışı da seni yakıyor. Hakımda ne düşünüyorsan düşün.”
Bir
ara sustular sonra da:
“
Benim hakkımda bu yargıya nasıl vardın? Kuşlar mı söyledi?”
“
Nasıl mı? Güzel giyimlisin. Konuşman düzgün, saygılısın. İkna edici özelliğin
var.”
“Sen
şimdi bu özellikleri bana bulup, hemen kesin hükmümü vermişsin. Yamalı, üstü
başı perişan olanlar bu kapsama girmiyor mu?”
“Ben
senin için diyorum!”
O
gün tepeye çıkmadı. Aşağılarda bulunan
bir kahvehaneye oturdu. Çok düşündü ve ‘bu böyle düşünüyorsa, bunun gibi kaç
kişi düşünür? Başıma çorap örerler mi?’
Yokuş
aşağıya inerken kesin kararını vermişti. Kısa zaman içinde bu işi bırakacaktı.
Ha
deyince iş bulunmuyordu. Başka bir semtte su içmek için dükkândan su
istediğinde, Sahibi, istediğini karşıladıktan sonra anında lafa girdi:
“İşiniz
gerçekten zor. Görüyorum da burayı boş bırakmıyorsunuz. Allah razı olsun
sizden.”
Başını
anlamsızca salladı:
“He
valla boş bırakmıyorum. Benden önce başka bir işportacı geçmiş ve satış
yapamıyorum.”
Sahibi
öylece anlamsızca ona baktı. Hafiften gülümsedi:
“İşin
erbabısınız. Gözümden kaçmaz efendim. Size kolay gelsin.”
Neredeyse
tezgâhını yola savuracaktı. Hiçbir dükkâna girmeyerek yürüdü. Morali hepten
gitti.
Belirli
aradan sonra Kurnaz Bakkal’ın önünden satış yaparak geçtiğinde:
“
Amirim kolay gelsin.”
Arkasına
bakınmadı. Yokuş yukarıya yolunu kaybetmişçesine yürüdü. Bu işportaya çıkışının son günü olmuştu.
Kendisine
geldiğinde işportacılara bakarak yüksek sesle:
“
Bana bakın hele içinizde gizli görevde olan kaç kişi var?”
Pala
bıyıklı, çam yarması olan:
“ Bilader manyak mısın nesin? Ne içtin de kafan
güzelleşti. Hadi ikile aslanım başımıza iş almayalım.”
Yanlarından
gülerek gittiğinde, arkandan baktılar.
Sense
ağırdan işyerine doğru gülümseyerek gidiyordun.
Yaşam
çok acayip, acayipliğin içinde herkes koşuşturuyor. Amacı olanlar var. Amaçsızlar
da var. Karışık bir yapı var. Mayası iyi atılmayan, kokuşmuş bir ortam var. Bir
yandan herkes birbirini dengeliyor. Kiminin canı yanıyor. Kimileri zevk
sefasını sürüyor. Bu ortamda cümbüşü hazırlayanlar var. Oyuncuları var.
Yaşanılanların
ne anlama geldiğini bilenler var. Ortada duran banane diyenler var. Oysa kokuşmuş
yapı herkesi içine alıp öğütmeye devam ediyordu.
Yıllar
kanatlanıp birbirini tarihe yolcu etmişti. Onun yaşamında da iri li ufaklı
yaşanmışlıklarda gitmişti. Bunlar birbirine bağlı iz bırakan olaylardı. Gücüne
gitse de içine otursa da bunları yaşamış, çok ağır bedeller ödemişti. Kendi
hataları da buna dâhildi. Yine de toplumsal mücadeleyi savunuyordu.
Geçmişteki
sayfanın birinde sık gittiği akrabasına bir gün özel isteği için gitmişti. Hani
insanın içindeki umut canlı olurda, belki olur hesabını içine katarak gecenin
ayazında yola koyulmuştu.
Umutla
dış kapıdaki zili çaldığında ‘İşim bir olsa?’ diye geçirmişti. Kapı açılır
açılmaz, her zamankinden farklı olarak merdivenleri ikişerli, üçerli çıktı. Kapıyı
Evin Kadını açtığında:
“İyi
geceler yengem. Nasılsın?”
“İyiyim.
Seni sormalı? Odaya geç Bizimkisi gelir.”
İçindeki
canlılıkla odaya geçer geçmez her zamanki koltuğuna oturdu. Elleri, bacakları
hareket halindeydi. Bir yanıyla Bizimkisi’ne kurtarıcı olarak bakıyordu. Az
sonra odaya girdiğinde, ayağa kalkarak tokalaşıp yanak yanağa birbirlerini
öptüler.
Çaylar
geldi. Arka arkaya içildi. Zaman ilerlerken konuyu açamamıştı. Konuştukları
güncel konular ile geçmişteki dernek faaliyetleriydi. Evin Kadını çayları
doldurmaya gittiğinde bu bir fırsattır diye konuya daldı:
“
Biliyorsun içeriden çıkalı hiç kimse bana iş vermedi. En yakınlarım benden
kaçtı. İşportacılıkta iş yapamaz oldum. Zamlar birbirini kovalıyor.
İstihbaratı, muhbiri, işsizi, ek iş yapanı işportadadır.
Belediye
Başkanı’na söylesen de, beni temizlik işine aldırsa? Çöpleri toplama işi de
olur. Masa başı işi istemiyorum.”
Çay
bardağını sehpanın üzerine koydu. Yüzü kızardı. Posbıyığı, ritmi bozuk kalp
atışına benzercesine bir inip kalkıyordu. Birden sesini gürleştirerek:
“Ne
işi? Ben Başkanı tanımam etmem, sana faydam olmaz. Nereden çıkartıyorsun
ilişkimi?”
O
konuştukça Sakıncalı koltuğun içinde bir cüceye döndü. Neredeyse gözyaşlarının
kapaklarını açacaktı ki, kendisini toparladı. Evin Kadını içeriye telaş içinde
girdi:
“Ne
oldu bağırarak konuşuyorsun?”
“Ne
olacak işe girmek için bana gelmiş! Ben iş ve işçi bulma kurumu muyum?”
Bizimkisi
sigara içmek için mutfağa geçtiğinde, koltuğun içine gömülmüş, ne yapacağını
bilememenin içinde Sakıncalı öylece duruyordu. Zorda olsa yerinden doğrularak
kalktı. Başı dönüyordu. Kendisine böyle bağırılmayı, azar işitmeyi hak
etmemişti.
Ağır
ağır dış kapıya yanaştığında:
“Ben
gidiyorum. İyi geceler.”
Evin
Kadını üzgündü. Onun yüzü pencere dönük, açık pencereden sigarasının dumanını
öfke seline dönüştürerek üflüyordu. Sakıncalı bu işe şaşıp kalmıştı.
Yokuş
yukarıya yürürken karşılıklı konuşmaları düşündü. Kendisi değil miydi aylar
önce Belediye Başkanı ile ilçenin birinde birlikte okuduğunu söyleyen? Neden
tepki vermişti? Anlayamadı? Esen rüzgârın kendisini üşüttüğünü hissetti. Morali
yerine gelmesi için sokak aralarında döne döne bir hal oldu. Eve geldiğinde
hemen lavaboya girip çeşmeyi açtı. Suratını iki elinin içinde biriken su ile sayısızca
yıkadı. Hemen yatağa girip uyumayı denedi.
Aylar
sonra Bizimkisi’nin Belediye’de işe girdiğini tanıdıklardan öğrendiğinde o
geceyi hatırladı. ‘Demek ki azarlanmanın bedeli buymuş’ diye aklından geçirdi.
Bir
gün öğlen vakti onun takıldığı pasaj içindeki çay ocağına gitti.
“Zamlara
karşı direniyorum. Beş çakmak bir milyon var mı isteyen?”
O
ise başını gazeteye gömmüş, duymazlıktan, görmezlikten geliyordu. Ara sıra
karşılaşsalar da o yüzünü kaçırıyordu.
Yaptığına
utanıyor muydu? Ne düşünüyordu? Bunu kendisine soramadı.
Hüseyin
habip Taşkın
09.01.2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder