Deniz
çok kirliydi. Kirli dalgaların kıyıya vuruşu hoş görüntü değildi. Nedense hava
sıcaktı. Bir anlam veremedi. Mutfağa geçtiğinde işyerine giriş ve çıkış
yaptıkları yerden geçerek kitabevine uğradı. Çalışanların iki üniversite
bitirdiklerini biliyordu. Onların yüz hatlarını bir süre izledi. Mutlu
olmadıklarını düşündü.
Günden
güne gizli işsizlerin arttığını biliyordu. Elinden bir şey gelmediği gibi
dünyayı da değiştirmeye gücü yoktu. Paralı düzende anne, baba çocuklarının
eğitimi için didinirlerdi. Sonuçta bir hüsran tablosunu yaşarlardı. Çocuğu için torpil aramaya koyulurlardı. Acı
gerçeklerden bir tanesidir.
Raflardaki
kitaplara sırasıyla baktı. Alacağından değil, vakit geçirmeye geliyordu. Oysa
kitaplara baka baka yerleriyle birlikte isimlerini ezberlemişti.
Akşam
başlayan müşteri yoğunluğunda bulaşık tabaklarını yıkamakta zorlandı.
Patroniçem yardıma geldi. Zorlandığı günlerde yardıma geldiği oluyordu.
Sakıncalı
ter içinde kalırdı. İş bitiminde giyim eşyalarını değiştirirdi. Evine gitmek
için işyerinden çıkar çıkmaz durak karşısındaydı. Aynı akşam Belediye Otobüsünü
beklerken yanına bir balici genç yaklaştığında, yaşamdan bıkmış bir hali
olduğunu fark etti. Ruhu başka âleme takılmıştı. Konuştuğu anlaşılmıyordu:
“
Ban… para…”
“Para
mı istiyorsun?”
Gözleri
yumuk olarak başını salladı.
“Neden
istiyorsun?”
“Otobü… bine...”
“Nereye gitmek istiyorsun?”
Elini
gelişi güzel salladı.
“Bekle
ben seni ilk gelene bindireceğim. Para verme direk arkaya geç otur.”
Elini
başına götürerek ‘olur’ anlamına getirdi.
Sakıncalı
ona bakıyordu. Olurda saldırır diye. İlk durağa gelen Belediye Otobüsüne
bindirdi. Şoföre el işareti yapıp onun bir balici olduğunu anlattı.
“Bununla
işimiz var. Neyse son durakta indiririm.” Diye söylendi.
Belediye
Otobüsünün arkasından bakındı. Tinerci genç için üzüldü.
Patroniçem
ile mutfakta kısa bir sohbet etmişti:
“Ben
Pazar günü Eşi’mi buraya akşama doğru getirsem, iş bitiminde birlikte gitsek
olur mu?”
Hafiften
gülümsedi:
“Olur
ama müşteri olmadığı zamanı seçersin. Bir de ne içerseniz para vermeyin.”
Sakıncalı
çok duygulandı. Sosyetik yerde tahta sandalyelere oturarak, denizi seyretmek,
akşamını izlemek, gece karanlığında karşı tarafın ışıklarını görmek, vapurların
ışıklı geçişini görmek farklı bir duygu yaratacağı kesindi.
Eve
gittiğinde haberi Eşi’ne müjdeledi. Birlikte hafta sonunu heyecanla çekerken,
sayılı günler geldiğinde, Eşi hava kararmadan önce gelip, deniz kenarına
oturdu. Çayının yudumlarken, menüye baktığında yüzünün renk değiştirdiğini
Sakıncalı gördü.
Kendilerinin
normal şartlarda böyle yerlerde oturamayacağını biliyordu. Yukarıdakiler ile
aşağıdakilerin farkını başka açıyla yeniden yaşadı.
İş
bitiminde eşinin yanına oturdu. Garson Dört ikisine karışık dondurma getirdi.
Bir süre hiç konuşmadılar. Denizden esen hafif ılık rüzgâr tenlerini yalayıp
geçiyordu. Gecenin karanlığında çevredeki yanan lambalar hafiften loş
ışıklarını denizin üzerine gelişi güzel bırakmıştı. Dalgalanmayla birlikte
şekilden şekle giriyorlardı.
Eşi
yüzünü dönmeden konuşmaya başladı:
“Menüye
az önce baktım. Dediğin gibi el yakıyor.”
Gülümsedikten
sonra:
“Seni
bakarken gördüğümde, suratının şekli değişti. Benimde canım yandı. Uçurum dağ
gibi mi desem?”
“Normalde
buraya gelemeyiz.”
“Bir avuç para babası zevk ve sefa içinde
yaşıyor. Ya bizim gibiler?”
“Şuan
canlısını yaşıyoruz. İzinle buradayız.”
Garson
Dört yanlarına gelerek:
“
Müşteri bu saatten sonra gelmez. Ben dükkânı kapatıyorum. Siz oturun.”
Birbirlerine:
“İyi
geceler.” Dediler.
Uzun
tahtadan yapılma, iri renkli minder üzerine Eşi ile birlikte oturup, kolunu
omuz arkasından doladı. Bir ara birbirlerine bakıp gülümsediler. Sakıncalı
Belediye Otobüsünü kaçırmamak için cep telefonundaki saate baktı:
“Yarım
saate yakın oturalım. Son otobüse kalmayalım. Belki dolu olabilir?”
Havalar
sıcaklaştıkça her pazar sistematik bir şekilde Eşi geliyordu. Kendileri içinde
moral oluyordu. Dışarıdan görenler onların zengin olabileceğini ya da sevgili
olduklarını düşünüyorlardı.
Mahkemesi
de devam ediyordu. Bir yandan kendisi ve yargılananlar için beraat bekliyordu.
Her olumsuzluğa karşıda ‘belki de ceza verebilirler’ diye de düşünüyordu. Ne
olacağı belli değildi.
Dört
Duvar arasında yatarken yılbaşını içeride geçirmişti. Onun için yılbaşı bir şey
ifade etmiyordu. Değişen hiçbir şey yoktu. Parasal gücü olanlar altta
kalanların canına okuyordu. Silah fabrikaları ölümcül aletler üretip insanlar
birbirini öldürsün, doğa tahrip olsun diye can atıyorlardı. Doğa her türden çöplüğe dönmeye devam
ediyordu.
Din
adamları olanlara sesiz kalmaya devam ediyorlardı.
Yağmurlu
bir günde çıplak ayakla, Yazar arkadaşıyla havalandırmada duvar dibine yakın
sıra halinde koşmaya başlamışlardı. Saçlardan akan yağmursuyu, üzerlerine
çarpan damlacıklar ile kazağı ve eşofman altını ıslattı. Atlet ile külotu da
ıslatmıştı. Yarım saate yakın koşmuşlardı. Birden içeriye koşup üst kata
çıkarak banyo havlularını alıp üzerlerindekileri çıkarır çıkarmaz kurulamaya
geçtiler. Saçlar, kollar, bacaklar vücut, banyo havlusunun teması vardı.
Üzerlerindekileri
değiştirip, yatakta ince battaniyenin altına girip, kendilerini korumaya
çalışmışlardı. Öğlen karavanası gelinceye kadar kalkmadılar.
Bu
çılgınlık Sakıncalı’dan çıkmıştı. Yıllar öncesinde de yağmur altında genç bir
delikanlıyken yapmıştı. O zaman bağırarak koşmuştu.
Kendine
geldiğinde geçmişte yaşadıklarına gülümsedi.
Bizim
Gazete’de makaleleri yayınlanmaya devam ediyordu. Her haftada bir yazısı
yayınlanıyordu. Böyle olunca insanlar onu merak eder olmuşlardı. Yayınlanan
yazılarına zaman zaman gazetenin sorumlusu kendi Toplumsal Düşünce anlayışını
yazı aralarına serpiştiriyordu.
Sakıncalı
bu yapılandan rahatsız oldu. Konuyu Yazar 2 yayınevi temsilcisi’ne açtı. Sadece düzeltmesi yapılıyordu ama ara sıra
rota karışıp yazısına ekleme yapılıyordu.
Mahkeme
altı ay sonarsın da dışarıdan davaları görülmek üzere hepsini serbest
bırakmışlardı. Sakıncalı buruk bir sevinç içindeydi. Mahkemeden Dört Duvar
arasına döndüklerinde çevresindekilerle paylaşmışlardı. Giyim eşyalarını
duvardan yan havalandırmaya atıyorlardı. Aniden koğuşları İç Güvenlikçi’lerin baskınına
uğramışlardı. O günkü Sorumlu Olanı:
“
Yaptığınız yasak!”
Sakıncalı:
“Yandakilerin
giyimleri yok!”
“Zorluk
çıkarmayın. Birazdan gideceksiniz.”
Atılan
eşyalar duvarın arkasına adli mahkûmlara gitmişti. Gitmeyenler ellerinde
kalmıştı.
Koğuş
kapıları açıldı. Her iki taraftan koridora çıktıklarında arama yapılmadan,
direk geldikleri yerden idare binasına gittiklerinde, koğuşlarına gelen İç
Güvenlikçi’lerle karşılaştıklarında O günkü Sorumlu Olanı:
“Televizyonu
ve diğer eşyalarınızı bırakabilirsiniz. İhtiyacı olana verelim!”
Hafiften
Esmer gülerek:
“Şaka
mı yapıyorsunuz? Biz eşyalarımızı yandaki adli arkadaşlara bırakmak istiyoruz.”
“Olmaz!
Biz istediğimize veririz.”
“Biz
de vermeyiz.”
İç
kapıdan çıkıp, dış kapıya doğru yürüdüler. Sakıncalı dış duvarlara ve nöbetçi
kulelerine bakıyordu. Kapı gaaarrrrç diye açıldığında dışarıya çıktılar. Karşı
tarafta asfalt yol geçiyordu. Boydan boya ormanlık vardı.
Sakıncalı
bu sıralarda geçmişine sıkça gidiyordu. Yaşadıkları kolay değildi. Savruldu;
sendeledi; ayağa kalktı. Yeniden kendisine bir yön belirlemeye çalıştı. İşsiz
kaldı. Destek görmedi. Önüne hedef koydu. Yazıda ‘belirli yere geleceğim.’ Diye
kendini şartlandırdı. İnatla geçen günlerde epeyce yol aldı. Mutluydu.
Hüseyin
Habip Taşkın
01.01.2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder