28 Kasım 2018 Çarşamba
Balçova Emekli-Sen Edebiyat Ve Sanat Grubu
Balçova Emekli-Sen Edebiyat Ve Sanat Grubu
Edebiyat çalışmasına başladık. Aramızda sizleri de görmek istiyoruz.
28.11.2018
Dünyayı Yöneten Sermayedarlar http://www.realitehaber.com/2018/11/28/dunyayi-yoneten-sermayedarlar/?fbclid=IwAR0SU2LM7Gm9y-qbI5enQ6i4V-mf6Ry8M5aQ7PfGdR8Z1pR8OYzCdEmLx_I
İnsanca
yaşamak herkesin hakkıdır. Hakkı olmasına ama o hakkımızı birileri gasp ediyor.
Demokrasi adına nutuk çeken, sonrada muhalif gördüklerini yok eden bir dünyada
yaşıyoruz. Daha doğrusu yönetenler zalimdir.
Yönetenler;
aydınlığa merhaba diyenleri, sosyalistleri, sistemden hoşnut olmayanları
sevmezler. Sömürü çıkarlarına dokunanı çıra gibi yakmak, kendilerinde bir hak
olarak görürler.
Yasalar
koruyucu yasalar! Vatandaşı mı koruyor? Yoksa bir avuç sermayenin çıkarını mı? Susmanın
değil, düşünme
ve yorumlamanın zamanıdır.
Birde
diktatörlerin yasaları vardır. Kan kusturan cinsindendir. Yasaları
formalitedir. Kendi egemenliklerini, sömürülerinin devamı için geri kalmış
ülkelere modern ölümcül silahlarıyla ölüm yağdırır. Kendi ülkesinde ise duruma
göre şerbet verir.
Dünyada
yaşamın dengesini bozan bir avuç sermayedir. Bunu ülkeler bazına indirgersek,
her ülkenin sermayesi özünde bir diktatöre dönmektedir. İktidara getirdiği
partiler, koalisyon hükümetleri ve askeri darbeler sermayedarları korur.
Ya
yasalar? Sermayenin daha rahat nefes alabilmesi için yasa düzenleyiciler
ellerinden geleni yaparlar. Sömürü çarkının yükünü halkların üzerine yıkar
giderler.
Olanlar
bir kader değildir. Sadece devlet olanaklarıyla uyutma metodunu her alanda
kullanırlar. Sömürü ve talanı duygu sömürüsüyle yaparlar. Dini duygular, futbol karşılaşmaları,
televizyon dizileri ve uyutmaca programları aklımıza ne geliyorsa uyutma
programının birer parçasıdır.
Sorun
şudur? Hangi ülkede yaşıyorsak yaşayalım. Hangi halktan olursak olalım. Dili,
kültürü, ten rengi ne olursa olsun. Hepimiz bir emekçiyiz. Aynı gezegenin
havasını içimize çekiyoruz, suyunu içiyoruz.
.
Çocuğumuz ve çocuklarımız için yaşamı bize dar edenlere karşı el ele
vermeliyiz. Unutmayın emeği ile geçinenler, sömürülenler dünyanın neresinde
olursa olsun, el ele vermelidir.
Hüseyin
Habip Taşkın
26.11.
2018
http://www.realitehaber.com/2018/11/28/dunyayi-yoneten-sermayedarlar/?fbclid=IwAR0SU2LM7Gm9y-qbI5enQ6i4V-mf6Ry8M5aQ7PfGdR8Z1pR8OYzCdEmLx_I
27 Kasım 2018 Salı
Sakıncalı 6.Bölüm https://pirtukweje.wordpress.com/2018/11/27/hueseyin-habip-taskin-sakincali-6/?fbclid=IwAR10q3vdhLTiHw4v41BLNXc2qMweBu_1IQWOwUBDYUL7HWdEnet8Sg92iFY
Serçe
Kuşların ötüşüyle başını ağacın dallarına çevirdi. Daldan dala zıplarcasına
geçip duruyorlardı. Beş taneye kadar sayabildi. Sakıncalı mırıldanırcasına:
“
Bende böyle uçabilseydim. Ne sınır olurdu. Nede geçim derdi.”
Kuşları
hayranlıkla izledi. Gitme vakitleri gelmiş olmalı ki, kanatlarını açıp arka
arkaya uçup gittiklerinde, arkalarından gülümseyerek baktı.
Satış
yapmaktan yorulmuştu. Günde tahmini altı ya da sekiz kilometre yürüyordu. Başka bir iş bulamadıktan sonra yaptığı işi
bırakmaya niyetli değildi.
Dükkânlara
tekrardan girmeye başladı. Birçok dükkândan eli boş geriye dönüyordu.
Ana
caddeye geldiğinde arabalar, otobüsler ağır ilerliyordu. Korna sesleri tek tük
duyuluyordu. Karşılıklı Kaldırımda insan seli, birbirine çarpmadan ilerliyorlardı.
Sakıncalı
etrafına bakındı. ‘ne tarafa gideyim?’ diye düşündü. Kalabalıkta satış
yapamıyordu. Yönünü dükkânlara çevirdi. Üçüncü durağı geçtikten sonra satışı
bitirdi.
Belediye
Otobüs Durağında gideceği yerin otobüsünü beklemeye başladı. Felç olan trafikte
beklediği gelmeyince canı sıkıldı. Etrafına bakındı ve oturacak yer bulamadı.
Otobüsü
gördüğünde, içindekileri de görünce içi karardı. ‘Binebilir miyim?’ diye
aklından geçirdi. Kağnı arabası gibi gelen otobüse orta kapıdan binebildi. Sırt
çantası elindeydi. Öğrencilerin dağılma zamanıydı. Lise ve üniversite
öğrencileri çoğunlukta yolculuk yapıyordu.
Balık
istifine benzemişti duruşları. Hareket etme olanağı hemen hemen yoktu. Durağın
birinde inenler olduğundan koltuğun biri boştu. Sakıncalı vakit kaybetmeden
oturdu. Yorgunluk üzerine abandığından gözleri kapandı.
Merkeze
geldiklerinde bir Belediye Otobüsüne binmesi gerekiyordu. Durağa gelerek kuyruğa
girdi. Burada da yarım saat bekledi. Sonunda gelen otobüse biner binmez, en
arka koltuğun solunu alarak cam kenarına oturdu. Gözlerini yeniden kapadı.
Otobüsün hareket ettiğini, duraklarda durup kalktığını fark etmedi.
Oturduğu
semte gelince gözlerini açtı. Birkaç durak önceden indi yürümeye başladı. Sağ
tarafında bulunan çok katlı binanın altında Karın Doyuran Et Evi vardı. Dışarıda
birkaç tane masa ve sandalyeleri vardı. İki masa doluydu. Kadınlı erkekli kim bilir
hangi hayvanı sessizce midelerine indiriyorlardı? Yemekle meşgul olanlar
etraflarına bakınmıyorlardı.
Sakıncalı’nın
gözleri ister istemez yemek yiyenlere doğru kaydı. O masada kendisi olduğunu
var sayarak karnının doyduğunu hissetti. Dayanamadı ve hızlıca oradan ayrıldı.
Az
ileride çok katlı binanın altındaki pastanede birkaç masada oturanları gördü. ‘Baklava
mı yoksa başka bir tatlı çeşidi mi yiyorlardı?’ diye düşündü. Neredeyse
masaları boşaltın, tatlıları ben yiyeceğim diyecekti. Demesine ama kendisini
frenledi.
Tatlı
almak için cebindeki paraya bakmasıyla, yerine bırakması bir oldu. Bir zamanlar
aktif olduğunda ‘ hiç kimse bizim yönettiğimiz coğrafyada aç kalmayacak!’ diye
ev gezmelerinde ve ikili, beşli sohbetlerde çokça konuşmuşlardı.
Yoksul
olan evlere kömür, odun taşımışlardı. Şeker, pilav, bulgur götürmüşlerdi. Şimdi
Sakıncalı geçmiş dönemin farklı bir yapısını bugün yaşıyordu.
O günlerde yol arkadaşlarıyla ölümüne yol
almışlardı. Yoksulların sofrası boş kalmasın diye her olumsuzlukları göz önüne
almışlardı. Zenginden alıp fakire vermeyi o günlerde sıkça yapıyorlardı. İnsanları
kazanıyoruz mantığı daha ağır basıyordu. Yoksullarda söylenen bir söz sıkça
duyulmaya başlandı:
“Toplumsalcılar
her işimizi hallediyor.”
Düşlerle
evinin kapısına geldiğinde, kendisine geldi. Kendisinin yalnız kalışını
düşündü. Suratını buruşturdu. Sesini yükselterek:
“
Buda mücadelenin bir parçasıdır. Bugünleri de görmek varmış! Bakalım neler
göreceğiz?”
Anahtar
ile kapıyı açar açmaz evin içine daldı. Direk balkona geçerek ağırlıklarını
divanın üzerine bıraktı. Balkon demirlerinin kenarına yanaştığında, uzaklara
dağlara ve betonlaşmaya baktı. Az bir yerinden deniz gözüküyordu.
Başını
dağların en son noktasına çevirdi. Tıpkı F Harfi Dört Duvar’da yattığı günler
gibi, İkinci katında pencereye çıkar, başını duvarın bittiği yere kadar
dayardı. Uzaklara bakmak için ama karşı çatının üst seviyesi buraya kadar
diyordu.
Birde
diklemesine, aşağı ve yukarıdaki betona ekleme yapılmış, yuvarlak şekliyle
kalınca demir parçası sıklığından istediği gibi bakamadığından canı birçok kez sıkılmıştı.
Eşi
kapıda durmuş ona bakıyordu. Düşüncesinde esen buruğumsu dalgalanmaların onu
nasıl yıprattığının farkındaydı. O yaşama yeni baştan tutunabilmenin, toplumsal
düşüncede var olabilmenin mücadelesini veriyordu.
Eşi
ona seslenerek:
“
Yemek hazır.”
Sakıncalı
başını çevirdiğinde:
“Geliyorum.”
Sakıncalı,
önünden birileri yemeğini alacakmış gibi çabuk yerdi. Eşi ara sıra takılırdı:
“
Çiğnemeden mi yutuyorsun?”
“Çiğnemesine
çiğniyorum ama nedenini bende bilmiyorum?”
Bulaşıkları
Eşi’yle yıkadı. Birlikte balkona çıkıp divana oturdular. Karşı tarafa bakınmaya, devam ederken Sakınalı:
“
Dolmuş F Harfi Dört Duvar’ın demir kapısına gelip dayanmıştı. İçeridekilere, ‘direnmeyin
teslim olun dercesine kapı önünde bekliyorlardı.’ Kapı açılmayınca Amca’nın
biri aşağıya inip kapıyı yumrukladı. Ne gelen vardı ne giden. Amca kızgındı.
Sonunda
kapı garççç diye açıldı. Dolmuş içeriye girince, sağ tarafta tel örgüler içinde
iki kurt köpeği gördüm. Tel örgünün birisi duvar dibinden birazca uzaktaydı.
Tel örgünün bittiği yerden biraz uzakta bir tel örgü daha vardı. Tel örgülerin
üzerinde duran yuvarlakça ince jilete benzer bir tel örgü vardı. Kaçanların
kaçmalarını engellemek için düşünülmüştü.
Dolmuş,
iç kapı girişine kadar yanaştı. Hepimiz arabadan indirilmiştik. Biraz
bekledikten sonra içeriye alındık. İçerisi epeyce genişti.
Amca’lar
işlerini bitirip ayrıldılar. Bizler Dış Güvenlikçilerle baş başa kaldık. Elle,
üst ve alt araması oldu. Parmak izi alındı. Yakışıklı fotoğrafım her yönden
alındı. Vakit kaybetmeden Dış Güvenlikçiler bizleri içeriye İç Güvenlikçilere
postaladı. Orada da aynı işlem yapıldı.
Hafiften
Esmer, Yazar ve beni aynı tecritte aldıklarında biran önce uyumak istiyordum. Şubede
kala kala kirlenmiştim. Apış aram berbattı. Aramızda hiçbir şey konuşmadık,
hemen yataklara çıkıp yattık. Hoparlörden yüksek bir ses:
“
Sayım için hazır olun!”
Komut
gelmesine gelmişti ama hepimiz uykuya yenik düştük. Aradan kaç dakika geçti
bilemiyorum. Demir kapı ‘dan’ diye açıldı. Üçümüzde yataklarımızdan doğrularak
kapıya doğru bakındık.
İçeriye
İç Güvenlikçiler doldu. Birde Dört Duvar’ın Sorumlularından Biri, biz onlara
onlar bize bakınıyordu. Neyse ranzadan aşağıya inip ayakkabılarımızı
giydiğimizde, Dört Duvar’ın Sorumlularından Biri bana bakarak:
“
Bari sen yapma! Eski mahkûmlardansın, bunlara yol yordam göster.”
Der
demez kaldığımız yeri boşalttılar. Bizde yataklarımıza yattık.”
Sakıncalı
bazı geceler sıçrayarak uyanıyordu. Etrafına bakınıyor, nerede olduğunu
anlamaya çalışıyordu. Yatak odasında olmasından dolayı rahatlıyordu. Kalkar
kalkmaz lavaboya gidip elini yüzünü yıkıyordu. Aynaya kısa bir bakış baktıktan
sonra mutfağa gidip, çeşme suyundan birkaç bardaklık su içiyordu. Balkonda
divanın üzerine oturup bir saate yakın görmüş olduğu düşün tekrarını yapardı.
Aslında yapılanlar kafasının içini doldurmaktan başka bir şey değildi.
Sabah
kahvaltısını Eşi’yle yapar yapmaz, ekmek teknesini kuşanıp sokağa çıktı. Belediye
Otobüs Durağına gelir gelmez, tanıdık biri var mı diye bir anlık bakındı.
Yıllar
önce bu yerleşim birimine gelmişlerdi. O zaman insan sayısı azdı. İlerleyen
zaman içinde çok katlı binalar, erik, badem, incir, dut ve birçok ağaçları
yerle bir etti. Tarla adına hiçbir şey kalmadı. Açılan imarlar ile dip dibe
yapılan çok katlılar. Daracık sokaklar. Birbirini engelleyen binalar ile
insanların oturup kaynaşabileceği alanların, çocukların oynayıp, arkadaşlık
kuracağı yerlerin olmaması insanlık adına değil, bir talanın ta kendisiydi.
Otobüs
gelir gelmez bindi. Arka kapıya yanaşıp kapı ağzındaki koltuğa oturdu. Aklına F Harfi Dört Duvar geldi. ‘Kalacakları yere
gidebilmeleri için Metal Kapı
Dedektörü X-ray cihazının önüne
getirildiler. İç Güvenlikçi Sarı:
“Üzerinizdekileri
çıkaracaksınız ve bir külotla kalacaksınız.”
Hep
bir ağızdan:
“Ooooo…
Olmaz!”
Ağız
dalaşı birkaç dakika kapalı alanda sürdü. İstemeseler de soyundular. Kollar
ileriye doğru uzatılarak, dizleri üzerlerine eğilip kalktılar. İç Güvenlikçi Sarı:
“
Sıra halinde tek tek cihazdan geçin.”
Cihazdan
geçerlerken, yandaki kapalı cihazın içinden kol saati, ayakkabı, kemer ve
benzeri eşyalar geçti. İşleri bitenler giyinmeye başladı. Sakıncalı’nın
düşüncesinde, ‘Bizi ne zaman okşayacaklar’ vardı. Altı İç Güvenlikçi ile
birlikte, Ana idari binadan demir
kapının açılmasıyla içeriye doğru yürümeye başladıklarında, duvar ve demir
yığınından geçilmiyordu. Birde çokça üst köşelere kamera koymuşlardı.
Öğrencilerin
yüksek sesle konuşmalarından rahatsız oldu. Yine de ‘ gençler biraz yavaş olun’
demedi. Kendi gençliğini hatırlamıştı o an. Şimdiki gençler gibi ara sıra
otobüste konuşma frekansını yüksek tonda tutuyorlardı.
Hüseyin
Habip Taşkın
21.11.2018
https://pirtukweje.wordpress.com/2018/11/27/hueseyin-habip-taskin-sakincali-6/?fbclid=IwAR10q3vdhLTiHw4v41BLNXc2qMweBu_1IQWOwUBDYUL7HWdEnet8Sg92iFY
23 Kasım 2018 Cuma
Kara Kedi Kitap Evim, Hüseyin Habip Taşkın ile birlikte. Samed Behrengi
Kara Kedi Kitap Evim, Hüseyin Habip Taşkın ile birlikte.
Kara Kedi Kütüphanesi kendi gündemine ve edebiyat sohbetlerine devam ediyor.22.11.2018 Perşembe günü ( saat 15.00 ) , bu kez Hüseyin Habip Taşkın arkadaşımızın sunumuyla İran Edebiyatının "Kara Balığı" Samed Bahrengi'yi konuştuk.
Onur mah. Leylak sok. No:26A Balçova/ İzmir
https://www.youtube.com/watch?v=z_TAR2MF0fQ&feature=share
22 Kasım 2018 Perşembe
Kadınlar Susmayın http://www.realitehaber.com/2018/11/22/kadinlar-susmayin/?fbclid=IwAR2xafp1Mlvj_Que1F-hfwbYDi81A4PqL7MaBywEnsM8M_06o0uHM_I8UO8
TC
devletinde kadınlara karşı sözlü saldırı bu kadar açık olarak, çoğalarak AKP
iktidarında ilk sırayı aldı. Gelen geçen kadınlar için şöyle giyinmeli, eve
kapanmalı, çok çocuk doğurmalı, kocasından şöyle dayak yemeli demeye başladı. Kadınlar
hakkında söylemler, bununla bitmiyor. Elbette bu söylemlerden cesaret alanlar,
AKP’nin çizmiş olduğu, benimsediği kadın anlayışında yatmaktadır. Bu anlayışı
İslam’la bütünleştirerek oluşturmaktadır.
AKP
yerini sağlamlaştırırken, amacı kadınları erkek egemenliği altına hepten
sokmaktır. Kadın erkek eşitliğini savunmayan, kadercilik ilkesiyle, dini
telkinlerle etkileyebildiğini iktidar gücüyle yapmaktadır.
Tarikatlar
korosu da bu işin içindedir. Özellikle Erdoğan’a yakın tarikat grupları
kadınları aşağılayan demeçler vermeye devam ediyorlar.
Cennet
gerçekten anaların ayağı altında mıdır? TC devletinde kadınların öldürülmesinde
artış vardır. Cinsel saldırı, sözlü taciz vardır. Dayak vardır. Yapılanlar
aslında kadınlara karşıdır. Kadının düşüncesine saygı duymayan bir toplum
yaratılmaya ve dayatılmaya çalışılıyor.
Haberlerde,
facebookda, internet ortamında kadınların aleyhine söylemleri söyleyenleri
görüyoruz. Birkaç gün oluyor:
‘Yerel
seçimde hiçbir kadın belediye başkanı adayına oy vermeyeceğim" paylaşımı
büyük tepki gören Necmettin Erbakan Üniversitesi Havacılık ve Uzay Bilimleri
Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mehmet Karalı, yine Twitter'dan yaptığı açıklamayla
istifa ettiğini duyurdu. Rektörlük de Karalı'nın istifa ettiğini açıkladı.’
Bu
şahsiyet kadınları aşağılayıcı cümle kurma cesaretini nereden alıyor? Diğer
söyleyenler nereden alıyorsa bu şahsiyette oradan alıyor.
Kadınların
bedenleri hakkında aşağılayıcı cümlelerin kurulmasında, bir mal olarak
görülmesinde erkek barbar sisteminin öz mantığı yatmaktadır.
Oysa
kadının kurtuluşu sosyalizmdedir.
Ey susan
kadınlar! Beden sizindir. Bir başkası tarafından fetva verilerek, boyun
eğmeyin. Sizlerde bir cansınız.
Hüseyin
Habip Taşkın.
22.11.2018
20 Kasım 2018 Salı
Sakıncalı 5.Bölüm https://pirtukweje.wordpress.com/2018/11/20/hueseyin-habip-taskin-sakincali-5/?fbclid=IwAR2SdvcHuyQC4Ncki305RFp8GocJulZ2X-OEShDwmhVdZCC9oxb_xccIZbo
Sıcaklar
biraz daha arttığında Sakıncalı’nın işine geliyordu. Soğuk havada satış
yaparken her yere oturamıyordu. Satış için girdiği bazı dükkânda oyalanmak için
gelişi güzel sohbet açıyordu. Kimi dükkân sahipleri çay ısmarlayınca, hele
sandalyeye oturunca yorgunluğunu üzerinden atmak için konuşmayı uzatıp, dükkân
sahibini de konuşmaya dâhil ediyordu. Çayını bir iki dikişte bitirmiyordu. Yorgunluk
çayını midesine indiriyordu.
Bankta
otururken Eşi’nin geceden hazırlamış olduğu yarım ekmek arası kızartılmış
biber, patlıcan, patates ve üzerine domates sosu dökülmüş öğlen yemeğini birkaç
dişleyişte bitirdi. Bir yarım ekmek arası olsaydı eğer onu da midesine
indirecekti.
Sırt
çantasında bulunan plastik şişedeki suyu ağzına götürür götürmez bir dikişte sonuna
kadar içti. Karnı doyduğunda, üzerine uykunun ağırlığı çöktü. On beş dakika
uyudu ya da uyumadı. Gözlerini açtığında kendisini dinç hissetti.

Aklına
nereden pat diye düştüyse, yargılandığı davanın başlangıç kısımları geldi.
Televizyonda
aleyhlerinde bölücüler, bozguncular diye arka arkaya ilan edilmişlerdi. Sakıncalı kalp krizi geçirdiği için bitkindi.
Sakıncalı
ve diğerlerinin sorgusu bitmişti. Mahkemeye çıkarılacağı gün iki Amca’nın arasında
merdivenlerden aşağıya yürüyerek, kapı dışında bekleyen arkada duran beyaz
dolmuşa bindirildi. İki dolmuşa gözaltına alınanlar bindirilir bindirilmez, ilk
önce yavaşça hareketlendi. Bahçe kapısı çıkışından sağa dönüldüğünde, şoför
ayağıyla benzin pedalına yüklendi. Sakıncalı anlamsızca bakınıyor, hemen uykuya
dalıyordu.
İlk
getirildiği hastane acil önünde dolmuşlar durduğunda, teker teker merdiven altındaki yere
getirilerek, Doktor’un karşısına çıkarıldılar. Doktor sesiz sinemanın
başaktörüydü. Muayene etmedi. “Neyin var?” demedi. Alın bunları tepe tepe kullanın demeye getiren
beyaz kâğıda karaladığı yazıların altına imzasını ve mührünü gönül rahatlığıyla
bastı.
Her
şey demokrasicilik kılıfına göre ayarlanmıştı. Sıra Yargılayıcı’ların bulunduğu
yöne doğru dolmuşlar hareketlendi.
Sakıncalı düşünecek halde değildi. Yaşadıklarının ‘bir düş olmasını’ aklından geçirdi. Bir
ara alt dudağını ağzının içine doğru alarak, alt ve üst dişleri arasında sıktı.
Canının yanmasıyla yaptığı uygulamadan vaz geçti. Biran önce her işlemin
bitmesini istiyordu. Ağrısı tüm organlarında cirit atıyordu.
Dolmuşlar,
Gözleri bağlı bir elinde terazi, diğerinde kılıç olan bir heykel önünde
durduklarında Sakıncalı ile diğerleri indirildi. Arka kapıdan içeriye alınarak
asansörle yukarıya Yargılayıcı’nın bulunduğu kata çıkarıldı.
Dar
bir koridor, ince ve uzundu. Sol ve sağ tarafta birçok kapı vardı. Sakıncalı ‘kapıların
üzerine geldiği’ hissine kapılarak derinden bir nefes alıp verdi. Amcalar
Yargılayıcı’nın odasını bulmuşlardı. Yargılananlar teker teker içeri
alınıyordu. İfade ağırdan alınıyordu. Amcalar sabırsızlanıyordu. Mesaileri
bitecekti. Biran önce evlerine gitmek istiyorlardı.
İfade
alımı uzadıkça Amcalar Yargılayıcı’ya kızıyorlardı. Çekinmeseler ana avrat
söveceklerdi. Kol saatlerine bakıp “Oooff” diye aralarında çekende vardı. Ara
sıra yargılananlara pis pis bakıp ‘sizin yüzünüzden evimize’ gidemiyoruz demeye
getiriyorlardı.
Sakıncalı
kesin olmamakla birlikte kendisini İhbar edeni tahmin ediyordu. O kişiyle
sadece edebiyat ve toplumsalcılık üzerine konuşmaları vardı. İhbarcı hakkında
bilgiyi sonradan edinmişti. O zaman Sakıncalı:
“
Kazığın üstüne oturdum.” Demişti.
İfadeler
biter bitmez iki Kadın, iki erkek serbest bırakıldığından tek dolmuşa
bindirildiler. Birisi Sakıncalı’nın
Eşi’ydi. Diğeri edebiyat üzerine sohbet ettiği arkadaşının eşiydi.
Akşam
trafiğine denk geldiklerinde Amcalar söylenip duruyorlardı. İlçenin ortasında
kalan eski bir Dört Duvar arasının bulunduğu yere saatler sonra geldiklerinde, demir
kapıyı Dış Güvenlikçiler açıp dolmuş içeriye girdi. Demir kapı tekrardan
kapandı.
Sakıncalı
on iki Eylül bin dokuz yüz seksen öncesinde burada yatan yol arkadaşlarını
ziyaret için birkaç kere gelmişti. ‘Burada kalırsam iyi olur’ diye aklından
geçirdi. Yeni açılan, yerleşim biriminden çok uzakta olan Dört Duvar arasının
koşulları daha zor olduğunu biliyordu.
Dış
Güvenlikçi’lerden hafiften Şişman olanı parmak izi alıyordu. Diğeri
fotoğraflarını çekerken:
“
Şöyle dur. Dik dur. Yan dur. Başını dik tut…”
Diye
uyarıyordu. Belki de konuşmayı yapan kişi görevinin etkisinde kalarak komut olarak
vermiş olabilirdi?
İşlemler
burada bitse de, İç Güvenlikçi’lerle işleri vardı. Burada da aynı işlemler
yapılırken, İç Güvenlikçi’nin birisi ince uzun sopalarla, copları kucaklayarak
geldi. Bir küçük büstün arkasına koydu. Bu büst, ülkeyi kurtaran kişi olarak ders
kitabında yerini almıştı. Şimdi büstün önünde sıra okşanma zamanıydı. ‘Bıraktığın
yoldan gidiyoruz’ zamanıydı.
Dört
Duvar’ın yöneticilerinden Sorumlu Biri geldi. Amcalarla karşılıklı el kol
hareketleriyle yüksek dozajda konuşuyorlardı.
Amca’nın
birisi:
“
Başlarım ben böyle kanuna.”
Dedikten
sonra:
“
Bölücüleri ve bozguncuları F Harfi Dört Duvar kabul ediyormuş.” Dedi.
Sakıncalı
ve diğerleri okşanmaktan şimdilik kurtulmuşlardı. Ya gittikleri yerde ne olacaktı?
Nasıl bir okşanma olacaktı? Hangi sürprizler bekliyordu?
Dolmuş
trafikte sıkışmış araba sürüsü içinde kağnı arabası gibi gidiyordu. Amca’lardan
Tombik olanı şoförün yanında bulunan koltuktan başını arkaya çevirerek:
“
Soruşturma bitti. Hanginiz sorumlusunuz?”
Hiç
kimsede çıt yoktu. Aynı kişi Sakıncalı’ya dönerek:
“
Sorumlu sensin bunlarda altındakiler değil mi?”
Sakıncalı
sessiz kaldı. Aynı kişi başını Hafiften Esmer’e çevirdi:
“
Senin tipin sorumluya benziyor. İkinci kişi kim?”
Yanıt
alamayınca başını öne çevirdi. Ortada bir sorumlu ve yardımcısı lazımdı.
Yerleşim
biriminin dışına çıktılar. Ormanlık alanın içinden epeyce yol aldılar. Yolda arabaya
benzer bir şeyle karşılaşmamışlardı. İki ayaklı yürüyen bir canlıda yoktu.
Sebze
ve balık halini geçtikten sonra otoban köprüsünün altından geçerek dolmuş tam
gaz gidiyordu. Sakıncalının uykusu ağır bastı. Ne kadar uyuduğunu hatırlamasa
da, ani bir frenle koltuğun üstünden uçacakmış hissine kapıldı.
Dolmuş
zikzaklı yoldan acelesi varmışçasına başını almış gidiyordu. Sakıncalı uykunun esiri olmuş, ikide bir
gözleri kapanıyordu. Amca’lardan Tombik
olanı:
“F
Harfi Dört Duvar’ı nereye yaptılar böyle? Mesaimiz bittiği halde çalışıyoruz.”
Lafın
gerisini getirmedi.
Sakıncalı
konuşmalardan rahatsız olmuş olacak ki gözlerini açtı. Etrafına bakındı.
Aşağıda büyük alana kurulu bir yapı vardı. Dış duvarları boydan boya uzuncaydı.
Yüksekliği alabildiğine yüksekti. Sayısız çatısı gözüküyordu. Önden ve arka
kısımlarda sayısız kuleler vardı. Kulelerin içinde seçilmeyen birileri hareket
halindeydi.
Sakıncalı’nın
uykusu kaçtığında, ‘F Harfi Dört Duvar dedikleri yer burası olsa gerek’ diye
düşündü! O günün televizyon kanallarında ballandıra ballandıra, spikerler,
yorumcular, gazetelerin çoğunluğu olmakla birlikte köşe yazarları aynı koronun tüm
bileşenleri olarak, atılan manşetler “tutuklulara ve hükümlülere altın kafesten
dinlenme tesisleri yapılmıştır. Hoş geldiniz.” Dercesine insanların aklıyla
alay ederken, uyutma seansları da aynı zamanda yapılıyordu. O günün Ortak Yöneticiler’inin
yapmış oldukları, beyin yıkama operasyonunun sadece bir dalgasıydı.
Bu
yerin ne hırlı yer olduğunu Toplumsal Düşünceyi savunanlar biliyordu.
Bu
olanlar piyasada tartışılırken, derinden gelen pis kokular, planlar üzerinde
yorumlamalar tüm hızıyla devam ediyordu.
Toplumsal
Düşünceyi savunanları F Harfi Dört Duvar arasında tabutluk denilen yerde
eritip, onurlarını yok edip düzene ayarlı bir eleman olarak yetiştirmekti
amaçları.
Bu
coğrafyada öyle bir gün geldi ki, karabulutların gökyüzünden yeryüzüne Dört
Duvar arasında tutulan Toplumsal Düşünceyi savunanlara karşı açıktan ölüm
tamtamlarını çaldıkları bir gündü.
Gümbür
gümbür kulakları sağır eden ölümcül silahların, ateşlerin, çığlıkların,
sloganların birbirine karıştığı, adına ‘Hayata Nah Döndürürüz’ vahşet dansını
Ortak Yöneticiler ile Militarist Güçlerin birliğiyle gerçekleşmişti.
Sakıncalı
o gün yaşananları televizyon karşısında gözleri yaşlı izledi. Bir ara sesini
yükselterek:
“Ah
o kiralık, satılıklar yok mu?”
Spiker
eline tutuşturulan kâğıt parçasına bakarak konuşmasına devam ediyordu:
“İçeride
ölümcül silahları varmış, yığınak yapmışlar…”
Ve
benzeri ıvır zıvırlarla yalana dolana sarılmışlardı.
Onun
için mi otuz canı canından etmişlerdi?
Sakıncalı
kuşbakışı baktığı F Harfi Dört Duvar’a, canı bir kez daha yandı. Aklına buraya
getirilenlere ‘hoş geldin kaba dayağı atılmıştı.’ Geldi.
İçeriden
çıkan iki yol arkadaşı da hemen hemen aynı cümleleri boğazları düğümlenirken, ağlamaklı
kurmuşlardı:
“F
Harfi Dört Duvar’ın iç kapısından girdiğimiz anda karşılıklı dizilenlerin
ellerinde cop ya da kalas vardı. Neremize gelirse vuruyorlardı. Bunun adına
ölümüne vuruştu.
Ellerimizle
başımızı güya koruyorduk. Bizim savunma silahımız: ‘İnsanlık onuru işkenceyi
yenecek!’ Oldu.”
Sakıncalı
dalgındı. Dolmuş bir binanın arkasından geçip, varacağı yere gidiyordu.
Hüseyin
Habip Taşkın
13.11.2018
17 Kasım 2018 Cumartesi
Kara Kedi Kitap Evim, Hüseyin Habip Taşkın ile birlikte.
Kara Kedi Kütüphanesi kendi gündemine ve edebiyat sohbetlerine devam ediyor.22.11.2018 Perşembe günü ( saat 15.00 ) , bu kez Hüseyin Habip Taşkın arkadaşımızın sunumuyla İran Edebiyatının "Kara Balığı" Samed Bahrengi'yi konuşacağız.Çocuklar daha iyi , daha güzel bir dünyada yaşasınlar diye masallar yazan, masallar derleyen ve en az çocuklar kadar büyüklerin de duygu düşünce dünyalarına dokunan bir büyük yazarı...Bekleriz...
Onur mah. Leylak sok. No:26A Balçova/ İzmir
13 Kasım 2018 Salı
Sakıncalı 4. Bölüm https://pirtukweje.wordpress.com/2018/11/13/hueseyin-habip-taskin-sakincali-4/?fbclid=IwAR3hDNU1gZ7DbC9rHHTpJHU3lwJ9CECSsZ2mLomJ55bj8tO6KbSBqoa-oaA
Ben
soğukluğumu yaptım. Artık sıra sende dercesine yavaştan soğuk hava yerini
ılıman havaya bırakıyordu. Badem ağaçları kendini gösterirken, kurumuş otlar
yeşile dönüşürken, bir yandan hafiften tüm canlılara dokunuyordu.
Sakıncalı
Kırtasiyeci’den ihtiyaçlarını karşılıyordu. Her ikisi de o günü açıp konuşmadı.
Bir sır olarak aralarında kaldı. Babasının dükkâna gelmediğini biliyordu!
Şiir
kitabını zor koşulda olsa da parasını denkleştirmeye çalışıyordu. Bir yandan
tanıdık aracılığıyla yayınevi aramaya devam ediyordu. Nasıl olacağını tecrübeli
olan şairlerden öğrendi. Kendine göre bir dosya hazırladı. Numaralandırdı.
Ortada yayınlayacağı bir yayınevi yine yoktu.
Bir
yandan düşüncesinde oluşan bir sorunun üzerinde yuvarlanıp duruyordu. ‘Şiir
kitabımı çıkardım. Kime nasıl ulaştıracağım?’ Az düşünmedi. Bir ara ‘kitap
çıksın bakarız icabına’ işi döndürdü.
Yolda
yürürken, dinlenirken, evde şiirin cümlelerini yerli yerine oturtmaya düşünerek
başlıyor, anında tükenmezkalem ile not defterine yazıyordu. Biraz daha devamını
getirmek için düşünüyordu.
Yazı
ve düşünce olarak hoşuna gittiği şairlerin döktürdükleri heceler zincirine
hayran kalırdı. ‘Böyle ne zaman yazabileceğim?’ diye düşünürdü. Şiir yazma
kıvrak bir zekâ istiyordu. Cümlelerin yerlerini bulması için hamle yapması
gerekiyordu. Bir değil! Belki de birçok kez denemeliydi acemi.
Edebiyat
dergilerinde şiirleri çıkmaya devam ediyordu. Yayınlananları internet üzerinden
birkaç yere okunsun diye yolluyordu. Okuyucudan kendisine ulaşacak bir haber
yoktu. İkilem içine düşüyordu!
Şiirleri
için destek veren orta yaşlarda bir Şair Büyüğü vardı:
“Şu
dergiye yolla…”
Demesiyle ilk şiirini yollamıştı. Sonrasında
kendisinin düşüncesine uyan bir edebiyat dergisine yollamıştı. Orada devamlı
yayınlanıyordu. O zaman şu soruyu kendisine sordu! ‘Her edebiyat dergisinin bir
çizgisi vardır. Buna göre yol izlerler.’
Semtlere
satışa belediye otobüsüyle gidiyordu. İndiği yerden sağlı ve sollu alarak
ilerliyordu. Dükkândan dükkâna yolculuk yapıyordu. Çalışmaktan değil, düzenin
kokuşmuş işleyiş yapısından bedenen, ruhen yorgun düşüyordu.
Ara
sıra Amcaların kontrolüne takılıyor, bununda farkına varıyordu. Sakıncalı olmak
demek ki çok tehlikeliymiş bu gezegende.
Amca’nın birisi sorgu sırasında:
“Niçin
yazıyorsun?”
Diye
tekrarı olan bir soruyu üçüncü ya da dördüncü günde sormuştu. Göz göze
geldiklerinde Sakıncalı’nın aklına o an gelen:
“
Yazar’da aynı söylemi söylüyor. Ben söyleyince mi bana yasak koyuyorsunuz?
Sömürüye hayır! Bağımsız kalacağız!”
Amca
şaşırdı. Nüfusuna geçirecek hali yoktu ama ona dikkatlice baktı. Hafiften
ellerini iki yana açarak, birden parladı:
“
O söyler! O vatansever. Senin gibi bozguncu değildir. Sana yazmayacaksın
diyorum. Sonucuna katlanırsın.”
Sakıncalı
sırıtarak hafiften güldü ve mırıldandı:
“
Vatansevere bakın hele!”
Amca
hiçbir şey söylemeden odadan çıktı.
Sakıncalı,
olmayan bir davadan gümbürtüye gitmiş olsa da, mahkemesi görülüyordu. Etrafa
asi diye teşhir edilmişti. Yargılananlardan sadece birini tanıyordu. Mahkeme on
iki eylül bin dokuz yüz seksen darbesinde yargılanmasını göz önüne alarak,
işlemleri görüyordu. Sakıncalı olmak böyle bir şeydi. Sana mı kalmış
bağımsızlık, herkese iş, ev, bedava eğitim, dillere özgürlük, eşitlik… Sende
onu bunu dolandırsan, çarpsan itibarlı olurdun. Örneğin bir stokçu! İş bitiren!
Üsttekileri dolandıran! O zaman senden iyisi olmazdı.
Düzen
böyle kurulmuştu. Avantalarının akışını hiç keserler mi? Olanakları her türüyle
ellerinde, istedikleri gibi emrindeki kullarını öteye beriye kullanıyorlar.
Sakıncalı’nın
o kadar çok yazacak anısı vardı ki, bir yerden çıkış yapmalıydı. Amca’nın
dediği gibi “ sonucuna katlanırsın.” Sakıncalı bugüne kadar birçok olayın sonucuna
ağır bedel ödeyerek katlandı.
Şiir
kitabı için bir arkadaşının yardımıyla yayınevi buldu. Önden biraz para
verecekti. Gerisi kısa zaman içinde ödeyecekti. İnternetten satışı yoktu. Bu
olumsuz bir gelişmeydi. Kitaplarını satacaktı ama nasıl olacaktı?
Yazar
arkadaşı bir konuşmasında Sakıncalı’ya:
“
Sen daha yenisin! Biraz ilerledikten sonra sermaye kültürü altında kokuşmuş
yazar takımını göreceksin. Her şeyi ben bilirim havasında, karşısındakini
küçümseyen gözlerle süzerler. İnsanlara bilinç götürme niyetinde değillerdir.
Birbirlerine
türlü oyunlar oynarlar. Oyunun içinde engellemeler vardır. Küçümseme,
karalamalar vardır. Sermaye kültürünü yakından tanıyacağın günde gelecek ve iğreneceğine
eminim.
Senin
amacın emeği, sömürüyü vurgulayarak yazılara dökmen olduğunu biliyorum. Sana
başarılar dilerim.”
Şiir
kitabına sonunda ulaştı. ‘Bu bir adımın başlangıcıdır. Daha iyiye doğru
yazacağım.’ Diye düşünü. Kırtasiyeci destek amaçlı biraz aldı. Aklından başka
düşünce geçmedi Sakıncalı’nın. Tanıdıklarına veriyordu vermesine ama
çekiniyordu. Kimileri parasını çıkarıp veriyordu. Çoğunluk vermiyordu. Ne
yapacağını şaşırdı. ‘ne zormuş!’ diye aklından geçirdi.
O
an ‘bir yazar kitabını satmaya çalışır mı?’ Diye düşündü. Mantıklı gelmedi.
İlerleyen günlerde edindiği yazar arkadaşlarıyla da bu konuyu paylaştı.
Sakıncalı
şiir kitaplarından birkaç tane sırt çantasında bulunduruyordu. Tanıdık
çıktığında kitabından söz edip veriyordu. Bir ara ‘doğrumu yapıyorum?’ diye düşündüğü
de oldu.
Semtin
pazarında satış yaparken aklına ‘şiir kitabımı çıkardım. Beni hiç kimse
tanımıyor. İnsanlara nasıl ulaşırım?’ diye düşündü.
İlçelere
gittiği de oluyordu. Oradakilere sattıkları kırtasiye ve diğer malzemeler ucuz
geliyordu. Satış iyi oluyordu. Yalnız devamlı gitmiyordu. Ayda bir gidiyordu. Bazen
başka bir işportacı önden gidiyordu. O zaman umduğu satışı yapamıyordu.
İlçenin
kahvehanesinde satışa ara verdiğinde dinlenirken, çayını yudumlarken, gazeteyi
okuyordu. Gazete sayfaları fotoğraflarla doluydu. Yazıları büyük harfleydi. Kim kime ne yapmış? Kim kimi tokatlamış? Kim
nereyi soymuş? Derken köşe yazarı dediğimiz şahsiyet sosyete haberlerini
cıvıtarak, yalakalık yaparak yazmıştı. Yazıyı gözden geçirirken aklına ‘köşe
yazısı yazmalıyım.’ Geldi. Kendisini toplayarak ‘neden olmasın!’
Hangi
gazete eline geçerse köşe yazılarına bakıyordu. Teknik olarak konuya nasıl
dalış yaptığını, süslediğini anlamaya çalışıyordu. Bir gün deneme yazısı yazdı.
E posta adreslerine gelişi güzel yolladı. İlerleyen aylarda yazıları farklı
sitelerde yayınlanmaya başlayınca mutlu oldu. Kendisini geliştirmek için gayret
ediyordu.
Ummadığı
yerlerde yazıları internet ortamında karşısına çıkıyordu. Arka arkaya haftada
bir makale yazısı yazıyordu. Yazısının zikzaklı olduğunun farkındaydı.
Sakıncalı’ya yazılarından dolayı destek verende vardı. Önüne altı ay koydu.
Yazıda daha farklı yerlere geleceğine inandı ve inatla yazdı.
Yavaştan
onu tanıyanlar çoğalmaya başladı. Bazıları ise yazılarından dolayı
tanıyorlardı.
Bir gün Arkadaşıyla telefonda görüşürken:
“Hadi
hadi iyisin. Kitabını çıkardın, meşhur oldun. Köşeyi döndün.”
Dediğinde
şaşırdı. Bir anlık durgunluktan sonra:
“
Çok köşe döndüm. Birazını sana vereyim.”
Karşısında
konuşan konuşmasını kısa tuttu.
İkili
görüşmelerde ‘köşeyi döndün’ diyen çıkan çoğunluktaydı. Sonunda Sakıncalı
kendisini savunmaya geçmedi.
Az
da olsa rahatlamış, daha çok geniş bir çevre yaratma düşüncesindeydi. Edebiyat
alanında ders veren bir kurumu düşündü ama hangisiydi? Onu bilemiyordu.
Zaman
içinde yazıları sıklaşınca internet üzerinden e posta ile yazdığı yazıya karşı
olanlardan bazıları ağır cümleler kurarak tehdit ediyorlardı. Birçoğunu kendi
isteklerinden dolayı çıkardı. İşin ilginç olanı da kendisine toplumsal
düşünceyi savunuyorum diyen kişilerde e postasından çıkmak için kısa notlar
yazdı. O da gerekeni yaptı. Kendisine spam koyanlarda vardı.
Mücadelenin
farklı bir alanıyla karşı karşıya geldi. Morali bozulsa da anında kendini o
karabulutların içinden sıyırmasını bildi.
Kitap
okuyarak, yazısına devam ederek moralini toparladı. Yazdığı yazıda, yazılarda
gözaltına alınıp tutuklanırım endişesine hiçbir zaman kapılmadı. Bazıları:
“
Yazdıklarından sana saldırı olacağından endişe duymuyor musun?”
“Demokratik
hakkımı kullanıyorum.”
Dese
de, antidemokratik uygulamalarla çokça karşılaşıyordu.
Çıkardığı
şiir kitabından birkaç tane belirli kurumlara okusunlar diye verdi.
Şiir
yazmayı bıraktığında, makale yazısına ağırlık verdi. Bir yandan kısa kısa
öyküler yazıyordu. Cümlelerin yerli yerine oturmadığını biliyordu. İnat ederek
yazmaya ve deftere, sonrada bilgisayara aktardı. Birkaç tane flaş bellek aldı.
Kaybolmasınlar diye bilgisayar aracılığıyla kopyaladı.
Şiire
başladığı günlerde bir edebiyat dergisine belirli aralıklarla ben buradayım
dercesine yolladığı, yanıtı gelmeyince,
merak edip edebiyat dergisinin bulunduğu Merkez Bulvarı’na sabahın erken
vaktinde belediye otobüsüyle gitti.
Uzun
bir yol kıvrımlı mı kıvrımlıydı. Belirli yerinde yokuş aşağıya doğru iniyordu.
Buradan geçmişte troleybüsle sayısız geçmişti. Geçmişte buralarda Yahudiler,
Ermeniler, Rumlar ve Levantenlerin yaşadığını öğrenmişti.
İki
katlı ve tek katlı yapılar göze çarpıyordu. Birçok küçük ya da az büyük dükkân ayakkabı
imalathanesi olarak kullanıyorlardı. Işıklara gelmeden, bir banka vardı.
Bankanın az yukarısında çok katlı bir bina vardı.
Üçüncü
katına merdivenlerden yürüyerek çıktı. Kalbi çarpıyordu. Gireceği kapıyı açıp
içeriye girdiğinde, karşı masada oturan Uzun boylu, gür bıyıklıyı gördüğünde:
“
Günaydın hocam edebiyat derginize her hafta bir şiir yolladım. Yayınlanmadı ve elinize
geçip geçmediğine dair kuşkuya düştüm. Bende gelmeye karar verdim.”
Uzun
boylu, gür bıyıklı hafiften tebessüm ederek:
“
Şiirlerinizi okudum. Yalnız bir sorunumuz var. Fazla politik!”
Sakıncalı
şaşırmıştı:
“
Ama Nazım’da politik yazdığı şiirleri vardır.”
Sakıncalı
lafı uzatmadı. Gelen çayı içerken, karşısında gözleriyle gördüğü, kulaklarıyla
duyduğu edebiyat dergisinin işleyişinin farklı olduğunu düşünüyordu. İçeriye
iki kişi daha girdi. El sıkışma faslı bitince sandalyelere oturdular.
Girenlerden Birisi:
“Hocam
kitabın çıkacaktı?”
Girenlerden
Diğeri:
“
Biz seni ziyarete geldik. Kitabını okumak için sabırsızlanıyoruz.”
Uzun
boylu, gür bıyıklı başını sallarken, dudaklarını buruşturdu. İki eliyle masaya
vurduktan sonra bir eliyle, aşağıda duvar dibinde duran paketi gösterdi:
“Kitaplarım
burada!”
Girenlerden
Birisi onun sözünü keserek:
“Hocam
bana ve arkadaşıma birer tane imzalayıp versen gayri! Heyecan dorukta!”
Uzun
boylu, gür bıyıklı sinir küpüne döndüğünde, odadakiler şaşkın bakışlarla ona
bakıyorlardı. Birden konuya geçti:
“
Postaneden sabahleyin bu koliyi aldım. Sevinçle büroma geldim. Hemen paketten
bir tane kitap çıkardım. İlk önce dış kapağına baktım. Kapak tasarımı hoşuma
gitti. Adım soyadım da var. İç kısımda özgeçmişimde var. Daha önce çıkardığım
kitaplarımın isimleri de var.
Buraya kadar çok güzeldi. Yaprakları birer birer açtığımda, yazdıklarıma baktığımda, ben
acaba başka birinin kitabını mı okuyorum diye düşündüm? Sırasıyla her kitaba
moralim bozuk olarak baktım. Sinirsel kat sayım bir kere tavan yaptı.
Yazdıklarımı
kim kontrol ettiyse, hepsini budayarak kendi düşüncesinde bir roman yaratmış!
Gel de sinirlenme! Ben bu kitabı gönül rahatlığıyla hiç kimseye veremem.”
Oradakiler
hepten bu işe şaşırdılar. Sakıncalı ilk defa böyle bir durumla karşılaşmıştı.
Edebiyat dergisi çıkaran ve kitapları olan birine bunun nasıl yapıldığına
mantığı almadı.
İşe
çıkmadığı bir gün Yazar Arkadaşıyla yolda tesadüfen karşılaşırlar. Başından
geçeni anlatır. O da bu işe şaşırır. Bir ara:
“
Demek ki şiirlerini fazla politik bulmuş! Sen yazmana devam et! Ona aldırma…”
Sakıncalı
her yeni bir günde yazma konusunda yeni fikirler ediniyordu. Yazmak zorda olsa
inadına yaşadıklarını gelecek kuşaklara aktarma niyetindeydi. İşin
başlangıcında yazarların ruh ve halini de görebilme olanağı yakalamıştı. Kimileri
dünyayı ben yarattım havasındaydı. Sahi neyi yaratmışlardı? Halkın ya da
halkların bir sorununa sahip çıkmışlar mıydı?
Curcunalı
bir yaşamda kokuşmuşluğun her türlüsü var. Önemli olan burada bir yazarın
kişisel tavrıdır.
Sakıncalı
düşüncesinde sorularla kaldırımda yürüyordu.
Hüseyin
Habip Taşkın
06.11.2018
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
DÜNYADA DİKTATÖRLERE İHTİYACIMIZ YOK!
Dilimiz, kültürümüz, birlikte yaşamaya engel değildir. Birbirimize düşman olmamıza neden olamaz. Birlikte paylaşabiliriz. Çünkü biz halkı...

-
Niye bana böyle bakıyorsunuz? Dünyanın düzenini ben bozmadım ki. Sınıflı toplumlardan başlayarak bozulmuş. Gelenek haline getirilmiş, düze...
-
DUYURUMUZDUR ÇIĞ DERGİSİYLE BİR İLİŞKİMİZ KALMAMIŞTIR Homer...
-
Bir toplumda insanlar suskunsa bunun bir nedeni vardır. İşin derinine girdiğimizde birçok nedenle karşı karşıya kalabiliriz. Bir devleti...