İsmail
tezgâhın arkasında tahta sandalyede oturduğu yerde şekerleme yapıyordu. Ara
sıra hııırrr hııırrr diye seste çıkartıyordu. Çıkardığı ses dükkânda yankı
yapıyor, kapıdan dışarı firar ettiğinde, mahallenin cazgır kadını Elif teyze
davetsizce geldiği kapı dışından:
“Gece
beşik mi salladın? Ne bu horultu?”
İsmail
kendisine gelir gelmez ayağa kalktı. Kendisini toparlamaya başladığında:
“
Elif teyze hoş geldin.”
“Lafı
kaynatma. Sen gelirken ben o yollardan geçtim aslan parçası.”
İsmail
aklından ‘ Bu mendebur kadından kurtulamadım gitti. Her gelişinde bana laf
sokuşturuyor.’ Diye geçirdi.
Elif
teyze bakkal dükkânının içini ilk defa görmüşçesine her yanına dikkatlice
baktı. Oysa açıldığından beri müşterisiydi. İsmail laf olsun diye:
“
Elif teyzem alacaksan sana indirimli devredeyim.”
Suratını
ekşiterek bağırdı:
“Senin
bakkal dükkânın her şeye benziyor. Beş kuruş bile etmez burası. Dükkânına giren
nereye girdiğini şaşırır. Hele seni görünce aklını yer. Başka bir yaratıksın.”
İsmail’in
tombik suratı kömüre dönmüştü:
“
Yahu sende her geldiğinde bana laf sokuşturuyorsun. Büyüğüm diye sesimi
çıkarmıyorum. Yeter artık!”
Elif
teyze lafı üzerine almamakla birlikte ne alacağını unutarak bakkal dükkânından
umursamaz bir tavırla çıktı. Nedense bir türlü yıldızları barışmayan bu ikili
günde bir kere bir araya geliyorlardı. Veresiye olayı olmasa Elif teyze bu
dükkâna hiç gelmezdi. Belki de semtinden geçmezdi.
İsmail
ile Elif teyzenin huyları bir anlamıyla örtüşüyordu. İkisi de gevezeydi.
Karşılarına kim çıkarsa çıksın, konuşmayı karşısındakine kolay vermezlerdi.
Esir alırlardı dersek daha doğru olur.
Birbirleri
arasındaki konuşma it dalaşına dönerdi. Sonrada küserlerdi. Mahallelinin ağzına
bu sayede sakız olmuşlardı. Aybaşı zamanı ateşkes olurdu. Barış zamanı olurdu.
İsmail’in
kalın siyah veresiye defteri vardı. Defterin her yanı dolmuştu. O defteri
görenin içi aybaşında cız ederdi. Ödemesini yapan kişi yine borçlanmaya devam
ederdi. Borcunu getiren oldu mu İsmail’in yüzünde gülücükler açardı. Hesaba
itiraz eden kılçıklar çıktımı İsmail’in iç dünyası allak bullak oluyordu.
İsmail
küplere binse de meslek icabı alttan alırdı ama iç dünyasında karşısındakinin
kafasını yarmak, gözünü patlatmak gelirdi. Ama müşteriye itiraz etme huyu
vardı.
Çok
konuşan İsmail olduğu için veresiyeciler itiraz ettiklerine bin pişman
olurlardı. İşin sonunda ondan kurtulmak için arkalarına bakmadan kapıdan çıkar
çıkmaz giderlerdi.
Elif
teyze İsmail’in hakkından gelen tek kişiydi. Bağıra çağıra birbirlerine
üstünlük yarışı yaparlardı. Elif teyze veresiyeyi kapatmaya gittiğinde,
hesabının kabarık olduğunu iddia ederdi. İsmail’de kalın siyah defterine kanun
kitabıymışçasına sarılırdı. E harfinin ardından Elif’i bulur, tarih tarih okurdu.
O okurken Elif teyze tezgâhın arkasından onu dinlerken yumruğunu öfkeyle sıkar.
Neredeyse bir yumruk atacakmış havası vardı. Okuma bittiğinde, Elif teyze geri
kalır mı?:
“A
benim güzel oğlum. Kirayı, elektriği, vergiyi benden mi tahsil ediyorsun?
Yalnız bir dulum. Sende beni yolunacak kaz yerine koyuyorsun? Hööösssttt…
Aldığım maaş bellidir. Bu kadar yiyecek nasıl alabilirim? Akıl var, mantıkta
var. Onlarda sende yoktur. Yoksa sen bu karı yalnızda, tongaya getiririm demeye
mi getiriyorsun?”
İsmail’in
rengi kaçmıştı. Neredeyse birazdan kafayı yiyecekti. Yine de sabırlı olmaya
gayret ediyordu:
“Elif
teyze ben dürüst bir esnafım. Kalbimi kırıyorsun!”
“Sende kalp var mıydı? Kaç paralık?”
İsmail’in
tombik suratı durmadan başka bir renge bürünüyordu:
“Ağzının
ayarı çoktan kaçmış, nerede duracağını bilmiyorsun! Sus be kadın!”
“Dükkânına
bir daha gelmeyeceğim. Dengesiz herif…”
Kapının
önü ana baba günüydü. Civar evlerden kapıya, pencereye çıkanlar vardı. Tartışma
uzadıkça, dinleyicileri çoğaldı. Olaylar
son sürat böyle gitse de, mahalleli alış verişi İsmail’den yapmaya devam
ediyordu.
Hüseyin’in
tuhafiye dükkânı vardı. İsmail ile bir
çorapçı toptancısında tanışmışlardı. Aynı mahallede oturduklarını o zaman
öğrenmişlerdi. Çoğunlukla Hüseyin onun dükkânına uğrardı. Sohbete
başladıklarında İsmail konuştukça konuşuyordu. Hüseyin ise kaçmak için bir yol
arayışına girerdi.
Hüseyin’de
Elif teyzeyi bakkal dükkânında tanımıştı. Atışmalarına tanık olmuştu.
Tahta
sandalyede tezgâhın önünde oturan Hüseyin’di, tezgâhın arka kısmında raflara
yakın yerde tahta sandalyede oturan İsmail’di. Sorunlarını birbirine
anlatırlarken deşarj oluyorlardı. Konuşmanın çoğunluğunu İsmail yapıyordu. Onun
huyuna Hüseyin alışmıştı. O konuşurken tombik yanakları kızarıyor, alnında
küçücük terler oluşuyordu. Konuşmasını sürdürürken:
“Toptancı
geliyor, bana zamlı müjdeler veriyordu. Kazıkları müşteriye yansıtmak
zorundaydım. Etiketler elimin marifetiyle değişiyordu. Gelen müşteriyle
birbirimize laf sokuşturarak giriyoruz. Nimet diye bir kadın var. Karşı sokakta
oturuyor. Bana lafı hemen yapıştırıyordu:
“Kazıkları
bize geçiriyorsun. Hiç insafın yok mu? Bunca parayı nereye götüreceksin?”
Birde
senin dükkâna çıkarken yokuşun sonundaki tek katlı evdeki Mine:
“
Bu devirde bakkal dükkânın olacak ki, malları stoklayacaksın. Zamlanınca
satacaksın. Ah sen ah yok musun? Yaptığın harbiden üçkâğıtçılığa giriyor.”
Bu
işten bıktım. Zamların sorumlusu benmişim diye mahalleliye lanse ediyorlar.
Kötü adam, ezen adam bu durumda ben oluyorum. İnan bıktım. Çekilecek meslek
değil!”
Hüseyin
daldığı düşten kendisine gelir gelmez:
“Senden
pek farkım yoktur! Cahil sürüsü içimizde olmakla birlikte kendisini
sorgulamayan bir toplum yapısı hâkimdir. Zamların sorumlusu küçük esnaf olarak
gösteriliyor. Adımız kazıkçıya çıkıyor. Biz mallara zammı yansıtıyoruz. Bunu gören
müşteride gücü bize yettiğince sözlü saldırıyor. Asıl başımızdakileri
sorgulamak gerekiyor.”
İsmail
gülümseyerek:
“Aman
bir duyan olur. Adımız anarşiste çıkar vallahi…”
İkisi
birden gülmeye başladı. İçeriye Elif teyze girince kahkahanın yerini endişe
aldı. Suratı asık olarak İsmail’e sonrada Hüseyin’e baktı. İsmail oturduğu
yerden kalkarak:
“Elif
teyze ne istemiştin?”
“Yarım
kilo yoğurt ver! Hesabı şişireyim demeyesin, gözüm üstünde.”
İsmail
başını sallarken ‘belayı bulduk’ demeye getiriyordu. Terazinin bir tarafına yoğurt doldurulacak
bakır kabı koydu. Diğerine ise gramı koydu. Yoğurdu kaba koyarken terazide
hareketlenme olmayınca, eliyle teraziye hafiften dokunduğunda Elif teyzenin
ırzına geçiyorlarmışçasına bağırdı:
“
Komşular koşun komşular. Siyah defteri şişirdiği yetmezmişçesine terazinin
üzerine elini koyuyor. Allahsız… Cehennemde yanasın emi!”
İsmail
kızarsa da, alev alev yansa da, Elif teyzeden fırçasını yiyordu. Hüseyin
oturduğu yerden kalkarak:
“Elif
teyze sana yakışmıyor. Konuşarak çözeceğine diktatörler gibisin. Sen burada
büyüğümüzsün, yol göstericimiz olacağına saldırganlaşıyorsun.”
Elif
teyze Hüseyin’e baktı. Ağzını hiç açmadı. Yoğurdunu alıp gitti. İsmail ile
Hüseyin hiç konuşmadan öylece bir müddet oturdular. İsmail ağlamaklı:
“Görüyorsun,
adım kazıkçıya, hesabı kabartana çıktı. Başka bir iş elimden gelmiyor. Günden
güne bakkallık ölüyor. Belediyenin açmış olduğu Tangang işimizi bozdu. Parası
olan oradan alıyor. Benim toptancım onun perakende satış fiyatından ya da az
altından bana veriyor. Dükkânım kira, ev
kira karım çalışmıyor. İki çocuğum var. Gel de işin içinden çık! Anasını
sattığımın dünyası!”
Hüseyin
kendi sorunlarını biran olsun unuttu. Müşteriler zamları asıl yapanı görmezdi.
Küçük esnaf günah keçisi gösterilmişti. Yöneticilerin işine de bu olay
geliyordu. Yaptıklarını bir anlamıyla gizlemişlerdi.
Birkaç
gün sonra Hüseyin bakkal dükkânından içeriye girdiğinde, çamaşır asılı gibi sutyenler, eşarplar,
donlar, atletler, penyeler dükkânın her yerinde vardı. Birkaç boş ip raftan rafa yüksekten boydan
boya vardı. Şaşırdı. Dükkânın içini boğmuş, göz gözü görmeyecek bir durumdaydı.
Burnuna yemek kokusu geliyordu. Hepten şaşırdı:
“İsmail
neredesin?”
“Gel
gel buradayım. Tezgâhın arkasında yemek pişiriyorum.”
İsmail
olduğu yerden doğruldu ve tezgâhın önüne geldiğinde ilk defa onu şişman
göbeğinin göründüğünü fark etti. Gömleği pantolonundan yarı çıkmış, saçları
taranmamış, havaya doğru uçuşa geçmiş gibiydi.
“Bu
ne hal? Ne oldu sana? Hepten kendini koyuverip başka diyarlara gitmiş gibisin!”
Acı
acı güldü:
“Son
çırpınışım! Artık büyük alış veriş mağazaları açılıyor. Ucuza satış yapıyorlar.
Bakkalcılığı yavaştan can çekiştirerek öldürüyorlar. Zenginlerin parası
katlanıyor. Her hak onlara, yasalarıyla sunuluyor. Benden bağırtarak vergi
alıyorlar. Ya zenginlerden?”
Aslında
İsmail’in bakkal dükkânı can çekişirken Hüseyin’in tuhafiye dükkânı da can
çekişiyordu. Hüseyin’in dükkânının altında şarap satan ve pazarlamacılık yapan
Rüştü vardı. Onun dükkânında matraha baktığında bir milyon yüz elli bindi.
Kendi matrahı ise bir milyondu. Rüştü’ün kasasına günlük nakit ve çekler
giriyordu. Dükkânı anonim şirketiydi. Bayağı ayrıcalıkları vardı. Vergi
ödememek için zarar gösterebilirdi. Ya küçük esnaf?
Hüseyin
son kez onun dükkânına girdiğinde rafların boşaldığını, yerine mal koyamadığını
gördü. Kendisiyle gümbürtüye giden yolu paylaşıyordu. İsmail dağınık haliyle
ortalıkta var ya da yokmuşçasına dolanıyordu.
İsmail
dükkânı kapatıp Hüseyin ile vedalaştı. Son olarak hazır giyimde tezgâhtar
olarak çalışmaya başladı. Hüseyin dört yıl sonra boşalan raflara bakarak dükkânını
kapattı. Dükkânını kapatmadan önce vergiciler ceza yazmaya gelmişlerdi. Hüseyin
vergicilerin güçlerinin kendi gibilerine yettiği için konuşmaya başlamıştı:
“Sizler
hep ben olmadığımda usulsüzlük cezası kesip kapının altından kâğıdı
atıyorsunuz. Ensesi kalınlara ceza
yazamıyorsunuz? Sizce bu adalet mi? İflasımı görmeye mi geldiniz? Gelin size
ölmüş tuhafiye dükkânımın işletmesini vereyim!”
Vergiciler
gittiğinde yaşadığı kokuşmuşluğa isyan etti ama hiç kimseler duymadı.
Bakkal
dükkânını kapatmaya sayılı günler kala kapıdan içeriye kıvırcık saçlı dolgun
suratlı, yapılı, bıyıklı bir adam girmişti. İlk konuşmayı o yapmıştı:
“Sonunda
bir iş buldum. Yazarkasan yok! Benden
alsana?”
Hüseyin
istem dışı gülmeye başladı. Eliyle rafları göstererek boş olduğunu ima etti.
“Yazarkasayı
varsayalım aldım. Ödemeyeceğime göre hacizciler benim peşime takılacaktır.
Çalıştığın şirkette sana fırça çekecektir. Ne senin ne de benim başım ağrısın?”
Adam
boş raflara, tezgâha baktı:
“Böyle
şansın içine edeyim. İşsizdim ve işe girince bu semtte yönlendirdiler beni. İlk
girdiğim dükkân sensin. Keşke işlerin iyi olsaydı da, sana yazarkasamı
satsaydım.”
Kahveden
çaylar geldiğinde sohbete devam ettiler. Yazarkasa satan adam çayların parasını
Hüseyin’in karşı çıkmasına karşı ödedi. Vedalaşarak ayrıldılar.
Hüseyin’de
o iş benim, senin derken taşeron köle şirketinde temizlik işine başladı. Yıllar
gelip geçti. Tesadüfen belediye otobüsünde aynı sırada yan yana koltuklara
oturunca birbirlerini tanıdılar. Yüzleri burukumsu gülüyordu. İsmail ile Hüseyin’in yorgun düşen suratlarda
çizgiler oluşmuştu. Saçlara aklar serpilmişti. İlk söze İsmail girdi:
“Emekli
oldum. Çalışmaya çocuklarım için katlanıyorum. Sen ne yapıyorsun?”
“Senden
sonra birkaç yıl işletebildim. Sonunda kilit vurdum. Annem veresiyeler için:
“Üzerine
bir bardak soğuksu iç ve önemseme yoksa sağlığın bozulur. Yataklara düşersin”
dedi.
Kırmızı
kaplı veresiye defterimin üstüne soğuksuyu içtim. Borcuna sadık olanlar
getirdi. Sermaye zalimliğiyle yükselirken, küçük esnafta bitiriliyor.”
Sohbetleri
İsmail’in durakta inmesiyle son buldu.
Hüseyin
Habip Taşkın
19.09.2018
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder