Dağın
yamacında Çoban kaya parçasının üzerine oturmuş, karşı dağlara bakınıyordu.
Güneş tepeden ben buradayım dercesine Çoban’a eşlik ediyordu. Umurunda değildi
güneş, yıllarca birlikte iç içe yaşamışlardı.
Gözlerini
yumdu sanki o günleri geriye getirecekmişçesine. Fazla dayanamadı. Etrafına
bakındı. Buraya gelmeyeli epeyce yıl oluyordu. Yaşamda her şey hızlıca
değişiyordu. Değişime uysan da uymasan
da çark acımasızlığıyla dönüyordu. Yaşanmışlıkları içine emercesine çekiyordu.
Gözlerini
tekrardan yumdu. Geçmişte yaşadıklarını derin bir nefesle burnunun iki
deliğinden içine çekti. Çekilen nefes bir yerine gizlendi. Fazla uzun sürmedi.
Tuttuğu nefesi ağırdan ağızından zevk alarak bıraktı.
Bir
zamanlar bu dağlar, patikalar, dereler Çoban’dan sorulurdu. Nerede bir deli
zeytin ağacı, armut, bilirdi. Hangi ot yenilir bilirdi. Hangi mantar zehirli olduğunu bilirdi. Ağacın
yaşını bilirdi. Hayvanların halinden anlardı.
Küçük,
büyük baş hayvanları buralarda otlatmıştı. Kışın sürüyü köyüne indirirdi. Derme
çatma yapılma yeri ahır olarak kullanıyordu. Olanakları bu kadardı. Ya da
aklını fazlaca zorlamıyordu!
Geçimleri
gözü gibi baktığı hayvanlarıydı. En çokta konuştukları bunlardı. Sarı ineği
vardı. Sütünü çoğunlukla kendisi sağardı. Sağarken de:
“Senin
gibi ineğim sayısız olsa, süt satmaktan para içinde yüzerdim. Emrimde çalışan
ırgatlarım olurdu. Ne yaparsın alnımın yazgısını yazan beni buralara atmış,
öyle istemiş… Canı mı sıkıldı o an?”
Senede
bir hayvanlarını satmak için hayvan pazarından yer kiralardı. Konuştuğu
hayvanların hiçbiri elinde kalmazdı. Arkadaşlıklarını geçim derdine feda ederdi.
Gurbet elde işler o günlerde fazlaca iyiydi. İki ayaklı düşünen canlılar senede
bir yaratıcısına bir hayvanı canından ederdi.
Satışlar
ve paralar şahane olunca yüzü gülüyordu. Köyde baktığı anası, babası, karısı,
iki çocuğu vardı. Kendisini de eklersek boğaz doyurma sayısı artıyordu.
Bu
dağlar geçim kapısıydı. Kira ve vergi verme yoktu. İstediği yere yayılma olanağı
vardı. Doğayla mücadele başlı başına bir sorundu. Asıl sorun kış aylarıydı.
Sayısız hayvanı telef olurdu. Uluorta bağırırdı:
“Hey
koca Allahım sana yalvardım. Gör gariban kulunu diye! Sen ne yaptın! Bana ceza
yağdırdın? Böyle alın yazıma, kaderime edeyim…”
Yine de Çoban inatçıydı.
Atalarının,
dedelerinin, babasının ve kendisinin ekmek teknesiydi. Ekmek teknesinin bir gün
elleri arasından kayıp gideceğini ne bilisin? Oysa hiçbir insana kötülüğü
olmamıştı. Varı yoğu hayvanlarıydı.
Kim
kimin kümesine girip bombaladığını, kurşunladığını, öldürdüğünü duymadı. Üniformalı
beşlinin ülkeye el koyduğunu duymadı. Kimi çamaşır ipinde sallandırdıklarını,
sorguda, kim vurduya gideni, ayakları yerden kesilip kaybedileni duymadı.
Tam
anlamıyla ot gibi gelip gittiği anda hayvanlarını yamyamlar âleminin
kervancıları yok ettiği anda, azıcık aklı düşünmeye başladı ki, kendisini
insanımsı yaratıkların arasında cümbüş âleminde buldu.
Hiçbir zaman yaşamında car car konuşan
insanlarla, ip cambazlarıyla tanışmamıştı. Konuşmamıştı. Devri bitince
sokaklara, kahvehane köşelerine düştü. Konuşulanları dinler. Anlamışlık bende
kalsın dercesine başını sallayarak onaylardı. Neredeyse başı fırlayıp
gidecekti.
Kapağı
zar zor köyüne attığı anda derin bir nefes alıp verdi. Toprağa doğru dizlerinin
üzerine çömeldi. Köylü namaza durduğunu sandı ama kıble başka taraftaydı. Oysa
Çoban hayatında camiye adım atmamıştı. Çobanın acıklı, sitemkâr sözlerini
duymaya başladıklarında:
“Ulan
beni bitireni buldum. Kocaman koruma süvarisi vardı. Sarayda oturuyor. Bol
keseden söyleniyor. Kara kutudan dinledim!”
“Hayvancılığımız
iyi yolda, köylü efendilerimiz yorulmasınlar diye başka diyarlardan Şarbon
ineği getirdim sizlere… Afiyet şeker olsun. Elhamdülillah…”
“Demez
mi? Kahvehanede tahta sandalyeyi kaptığım gibi kara kutuya fırlattım. Fırlatmamla
birlikte konuşanın sesini, soluğunu kestim ama benim sesimi ve soluğumu kahveci
kesti.
Asayiş
sağladıkları yerde asayişçiler beni iyice benzetti. Asayişçi beni öbür tarafa gönderecekmiş gibi
bağırıyordu.”
“Kara
kutunun parasını öde…”
“Ben
de para ne gezer. Sonunda kahveci beni affetti. Dedi ki”
“Hasiktir
git. Ölümün yoksa benim elimden olacak!”
“Ölümden
değil, insanlardan korktum.”
Köylü
öylece Çobana bakıyordu. Hiç kimsenin ağzını açtığı yoktu. Çoban
delilenmişiydi? Yoksa bir isyancı mıydı? Darmadağın olan düşünceleriyle
kafaları hepten toz bulutuna döndü.
Çobanın
koluna girip evine götürdüler, ev halkı onu öylece gördüklerinde şaşkın
bakışları arasında karısı:
“Dağ
gibi adamıma ne yapmışlar böyle?”
Çoban
evinin içinde tahta divan üzerinde otururken, çayını yudumluyordu. Meraklısı
olan onun ağzından çıkacak kutsal cümleleri bekliyordu. Gerçekten kutsal mıydı?
Yoksa bela mıydı? Hayvanlarını kaybeden sadece Çoban değildi. Tarım arazileri
çıplak araziye döndü. Çoban şaşkın olurda köylü olmaz mı?
Çobanın
biraz farkı şehirli olmaktı. Nedense oraya ayak uyduramadı? Çoban gibilerine
şehirde yolunacak kaz olarak görürlerdi. Kimler görürlerdi? İki ayaklılara
hükmeden çalıştırıcılar. İki
ayaklılardan söz edilmişken, Çoban şehirimsi yerde iki ayaklı çokça gördü.
Hokkabaz mı hokkabaz hepsi aynı havayı söylüyordu. Meslek edinmişlerdi. Vatan,
millet edebiyatını da içine katınca alaturka kültürün yapısını oluşturmuşlardı.
Köyün
en yaşlısı sedirin üzerinde bağdaş kurmuş oturuyordu. Bir yandan cigarasını
tüttürüyordu. Gözleri çobanın hal ve tavırlarındaydı.
“Oğlum
sana ne oldu? Bizim Çoban gitti. Gelmesi biraz karışık oldu?”
Çoban
başını salladı:
“Böyyük
binalar, asfaltıyla, son model arabalarıyla havalarını atanlar ve diğer yandan
derme çatma evlerde oturanlar ile yamalı bohçaya benzeyen giyimleriyle en altta
olanların birbiri arasındaki derin uçurum var. Derin uçurumun kenarında
bizleriz. Bir üfürseler yerimizden uçacağız ama nereye konacağız belli değil!”
Köylü
hiçbir şey anlamadı ama anlamış gibi başıyla onayladılar. Köyün en yaşlısı
dayanamayıp:
“Oğul
seni buraya savuran ne?”
Çoban
gülümsüyor muydu? Ağlıyor muydu? Belli değildi:
“Saftirik
olmak zor iş! Gelen geçen beni enayi yerine koydu. Köye benzemez oranın iki
ayaklı zalimi. Gözüne kestirdi mi alimallah katakulliye getirir.
Gözlüklü
bir adam vardı? Kara gözlükleriyle, asık suratıyla onu dinlemeye meydana
gitmiştim. Öyle bir kükrüyor ki, itaat etmeyenin kellesini vurdururum demeye
getiriyordu. Konu dönüp dolaştı:
“Elemdüllah
aramızda fitne fesatçılar var. Sağduyulu vatandaşım sakın kanmayın ha! Tarım
bitmişte! Hayvancılık ölmüşte! En büyük reformları biz yaptık. Şu yabancılar
bizi kıskanıyor. Dışarıdan hayvan ve yiyecek getiriyorsak, büyüklüğümüzün
şanındandır. Dostlar alış verişte görsün diye bunlar yapılan, rutin işlerdir.”
“Meydanda
toplanan saftirikler alkışlar ile baba emret çürütelim, yok edelim demeye
başladı.”
Soluklandı,
etrafına sert bakışlar savurarak bakındı.
“Kahvehaneye
şık giyimli biri geldi. Herkese çay söyledi. Herkesin derdini kasılarak
dinlemeye başladı. Bitiminde etrafına bakındı.”
“Halinize
çok acıdım. Birer çay daha benden olsun. Bakın bu çukurda uyanık olacaksınız.
Yoksa ezilir gidersiniz. Emrimde birçok iki ayaklı bana çalışır. Koyun
takımından söz ediyorum. Ben ne dersem oraya gitmek zorundalar. Ben düşünür,
uygularım. Uygulayan emrimdekilerdir.
Hayvancılık
bitti ile bitmez. Tarım öldü demekle ölmez. İşini bileceksin ama işe
gitmeyeceksin. Aracı olacaksın. Birazda acımasız… ”
“Şık
giyimli geldiği gibi çekip gitti. Onun anlatımıyla; bizler eşek gibi çalışan
oluyoruz. O da üzerimize binen oluyor.”
Koro
halinde:
“Abooovvvv…”
Köyde
toprak sürülmüyordu. Hayvancılık yapan yoktu. Köylü bereketsiz toprakların
imara açılmasını dört gözle bekliyordu.
Hüseyin
Habip Taşkın
09.09.2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder