Bir
Bilen elinde bastonuyla toprak yoldan yürüyordu. Etrafına bakınıyor, yoksa
birini mi arıyordu? Güneş ağırdan doğuyordu. Sıcaklığıyla ben geliyorum
diyordu.
Yaşamın
her zorluğuna göğüs germişti. Kaybettiği ve kazandığı bazı yaşadıkları vardı.
Kimileri yaşamı kumara benzetirdi. Oysa yaşam birileri tarafından oynansın diye
sunulmuştu. Şamatalı yerde neyi oynuyorlardı? Kötüleri mi? İyileri mi?
Bir
Bilen ağır, aksak yürüyordu. Tek katlı kapının önünde elindeki bastonun başıyla
tahta kapıya birkaç kez vurdu. Dan dan… Kapıyı açan olmadı. Acelesi
varmışçasına yürüyordu.
Eski
yapıların daracık sokaklarında durmadan geziniyordu. Nedense yeni yapıların
arasında dolaşmıyordu?
Gökyüzünde
kuşa benzer yaratıklar arka arkaya geçtiğinde, uğultusunu duyunca, yüzünü
yukarıya çevirdi:
“
Nereleri yakıp yıkacaksınız? Daha doymadınız mı? Kaç canlının eti parçalara
ayrılacak!”
Söylene
söylene yürüyordu. Vatandaş, gördüğü tablo karşısında etkilenmiş ve onun
arkasından bakınıyordu. Duyguları, düşünceleri boran fırtınasına adeta
dönmüştü. Dili tutuldu. Kendisine kısa
bir süre içerisinde geldiğinde ‘Yaşlı amca neden böyle tepki verdi? Nereleri
yakılıp, yıkılmıştı? Nereden buraya gelmişti? Neden bir akrabası yoktu?’
Bir
Bilen çeşmenin başında bulunan büyükçe olan beyaz taşın üzerine oturdu. Sabit
bir noktaya baktığında çevresinde kimseler yoktu. Bu kasabada dünde yalnızdı.
Bugünde yalnız adamı oynuyordu.
Üstü
başı temizdi. Kasabalı kimin el verdiğini bilmiyordu? Alt tarafı kafayı
sıyırmış biri olarak tanınıyordu. Hiç kimseyle konuşmazdı. Canı istediğinde hiç
kimseyi takmadan konuşurdu:
“Yukarıdan
ölüm yağıyor. Canlılar yere serilmiş gelişi güzel, sanatla hiçbir ilgisi yok!”
Kasabalı
sanattan ne anlasın? Çoğu tarlada ırgatlık yapmakta. Yevmiyeler düşük, geçim derdi
herkesi germişti. Ama bu çarka hepsi boyun eğmişti. Adını kader koymuşlardı.
Koyan kim? Uyutan kim?
Bir
Bilen vakitsiz öten horoz gibi sabahın ilk ışıklarında bağırdı:
“Uyanın
ey sürüler. Tarlaya sürülmeye gideceksiniz.”
İhtiyar
tuvaletini yapmak için bahçedeki derme çatma tahtadan yapılma yere yürüdüğünde:
“Susmayın
akılsızlar.”
Dediğini
duyduğunda, yüksek sesle:
“İkide
bir laf sokuşturuyor. Yıllar gelip geçti. Aramızda yabancı bir ot gibi kalmış,
sahipsiz. Bu lafları akılsıza biri öğretiyor. Kim acaba? Başımız belaya girer
mi? Alt tarafı bir kaçık. Ama…”
Bir
Bilen dağ yamacının yukarısında bulunan taş kayanın üzerine oturmuş, etrafı
şahin bakışıyla kesmektedir. Sol tarafta aşağılarda kalan asfalt yola bakındı.
Kasabaya gelen tek yol buydu. Birde sağ tarafta toprak yol vardı. Kolay kolay buraya arabasını süren olmazdı.
Yol çok bozuktu. Bu yol yıllar önce seçim propagandası yapsınlar, fiyakalı
arabalarıyla gelip gitsinler diye yapılmıştı. Seçimden sonra kaç seçim geçtiyse
buralara ayak basan olmadı.
Bir
Bilen avazı çıktığı kadar bağırdı:
“Seçimi
geçeceksin! Kendi haline bak!”
Arkasından
kahkahayı bastı. Kayanın üzerine uzandığında gözleri güneşle buluştu.
“
Güneş efendi söylesene senin oradan yamalı bohçaya benzeyen dünya nasıl
görünüyor?”
Bir
süre sessizlik olduğunda tekrardan konuşmaya başladı:
“Anladım…
Burası bombok gözüküyor.”
O
gün kasabaya inmedi. Kasabalı onun inmeyişine içerlemiş olmalı ki, Berber:
“Bir
Bilen bugün buralara uğramadı. Hasta mı acep?”
Önüne
gelen konuşuyordu. İhtiyar’da kafayı ona takmıştı. ‘Ajan olma ihtimali yüksek
biri olarak düşünüyordu. Ortalığı dinlemeye sonrada istihbarat raporu veren
biriydi. Acaba kime veriyordu?’
İhtiyar’da
onun hakkında herkese kısa sorular soruyordu. ‘Bunun foyasını ortalığa çıkarmak ve kutsal
görevini yerine getirip, kahraman olmaktı amacı.’
İşini
gücünü bırakıp onun arkasına takıldı. Nerede kaldığını öğrenmesi gerekti. Sonra
o kişinin arkasına takılmalıydı. Belki tüm kasaba vatan haini olabilirdi?
Bir
Bilen bastonunu yerdeki taş parçası üzerine kaldırıp vurdu:
“Uyuz
uyuz durmayın öyle, Eşek gibi çalışıyorsunuz. Elinizde avucunuzda yok!
Düşüncelerinize pas düşmüş pas.”
İhtiyar
arkadan ona bakarken:
“Bu
cümleleri ona kim kurdurtuyor? Eşek diyor bizlere. Hakaret ediyor. Kendisinde
bu güveni nasıl buluyor? Yine de insanlar buna acıyarak yiyecek veriyor.
Ajan
bu ajan ama nerenin malı?”
Sokağın
dört yol ağzında durdu. İki elini yukarıya kaldırdı. Sağ elindeki bastonunu
havada salladığında:
“
Beyinleri olup da, içinde saman olanları hizaya getiriver. Akıllarına akıl kat
ey güneş!”
İhtiyar
büyük av yakaladığını düşünerek hafiften mırıldandı:
“Mesajını
burada hangi ev alıyor? Nereye iletiyor. Sonunda başımıza ne çorap örecekler?”
Aradan
günler geçti. Kasabanın içi yabancılarla dolup taştı. Sokak aralarında bir
satıcıya rastlamak mümkün. Kasabalı şaşkın ve birbirlerine soruyordu:
“Bunlarda
kim?”
Meraklı
bakışlar arasında sorular sorulurken Bir Bilen’in elleri kelepçelenmişti. Sivil
kişilerin arasında çarşı merkezinden geçirildiğinde, onu görenler şaşkın
bakışlarla izlemeye çalışıyorlardı. Hiç kimsede ses yoktu.
Kavak
ağacının yanında bulunan bir cipin içine bindirilerek, hareketlenmesi bir oldu.
İhtiyar
şimdilik rahatlamış, kutsal görevini yerine getirmişti. Sıra onun
çözülmesindeydi. Nasıl çözeceklerdi?
Aklına
Bir Bilen’in bağırması geldi:
“Suç
işliyorsunuz suç. Gün gelir hesap verirsiniz?”
Kendisi
de yüksek sesle:
“
Gördünüz değil mi? Güvenliğimizi sağlayanlara bu lafı nasıl söyler?”
İhtiyar
verdi veriştirdi. Onu dinleyenler oracıkta karar birliğine varmıştı. Bir
Bilen’i gözaltına aldıran oydu. Kendisine söylenmese de lakabı ispiyoncuya
çıkmıştı.
Günler,
haftalar ve aylar geçip gitti. Bir Bilen’den haber alınamadı. Herkes kendi
derdine derman ararken sabah haberlerinde Bir Bilen’in güvenlik güçleriyle
girdiği çatışmada ölü olarak ele geçirildiğini duyan kalmadı.
Mezarının
nerede olduğu bilinmese de, kasabalı İhtiyar’a karşı konuşmama tavrı aldı. Yalnızlaşan
İhtiyar çareyi ailesiyle başka bir yere göç etmekte buldu.
Kasabalı
yıllar sonra Bir Bilen’in heykelini korkmadan işlek caddenin ortasına dikiverdiler.
Hüseyin
Habip Taşkın
23.03.2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder