Hüseyin
Habip Taşkın
Sizlere
geçmişte gördüğüm bir düşümü anlatacağım; Bu düşte makasçı yoktu. Düşümü
kesmediği gibi canlı olarak verdi. Baştan sona kadar mutlu olduğumu söylemem
gerekir, yaşadığım yerin yukarısında, gökyüzünün bir üstünde Uzak Medeniyeti
işaret ediyordu.
Sınırları
belirlenmemiş bu yerde çiftçiler tarlalarına doğal ne mahsul ektiyse fazlasıyla
alırdı. Çiftçi emeğinin hakkını aldığından mutluydu. Tüketici aldığı temiz ürünü
yediği için çok mutluydu.
Kadınlar
her yerde söz hakkına sahip, erkekler kadınların söylediği sözleri saygıyla
dinlerdi. Kadınlarda erkeklerin söylediği sözlere saygı gösterirlerdi. Ara sıra
doğruyu bulmak için tartışsalar da ortak noktada anlaşma sağlanırdı.
Öğrenciler
bilime dayalı, eşitlikten, birlikten, paylaşımdan yana ders gördükleri için
düşünceleri durmadan yenileniyordu. Kendi branşlarını seçerken geleceklerini
belirliyorlardı.
Sokaklar
pırıl pırıldı. Yerlerde kâğıt parçaları, naylon poşet, sigara izmaritleri,
diğerleri yoktu. Temizlik işçilerine fazla iş düşmüyordu. Evler ve apartmanlar
birbirinin önünü kesecek şekilde değildi. Çocukların oyun alanları ile
ailelerin oturabileceği yerleri genişçeydi.
Sokakta
sanat ve edebiyat vardı. Düşüncelerin tartışmaları vardı. Hepsi gelecekleri
içindi.
Gazetecilerin
yazdıklarına, televizyoncuların yayınlarına, verdikleri haberlere karışan
yoktu. İnsanlara doğru haber vermeyi bir görev sayarlardı.
Yöneticileri
halkının ne yerseler onu yediğini, ne giydiyse onu giydiğini, insanların hangi
hakkı varsa, o hak yöneticilerde vardı. Yöneticilerin korumaları yoktu.
İnsanların arasında birlikteydiler.
Çıkar
savaşları yapılmıyordu. Silah fabrikaları yoktu. Hiçbir dile baskı yoktu. Her
anadilin okulları vardı. Televizyonları vardı. Ten renginden, konuştuğu dilden
dolayı hiç kimse alay konusu edilmedi.
Sorunları
kendi aralarında çözerlerdi. Askerleri, polisleri yoktu. Sınırları, bayrakları,
paraları yoktu. Ürettiklerini birbirleri arasında değiştirerek çözerlerdi. Özel
mülkiyet yoktu. Her yapılan iş doğa, insan ve hayvanlar içindi.
Buraya
kadar çok iyi gidiyordu ama?
Kapının
zili zaaarrrttt zuuurrrtt diye çalarken, güm güm diye sesler geliyordu. Kendime
geldiğimde, demek ki gelememişim. Mahallenin
davulcusunun alacaklıymış gibi kapıma dayandığını sandım. Yatakta olduğumu
anlayınca, üzerimdeki pijamalarımla kapıya doğru yalpalayarak gittim. O anda:
“Kim o?
Bu ne yahu? Davulunu git başka yerde çal. ”
Dışarıdan
aslanın kükremesine benzer bir ses:
“Aç
kapıyı… Kanundan kaçılmaz! Yoksa kapıyı kırar da gireriz. Sonun çok kötü olur.”
Dedi.
Kapıyı
açar açmaz evin içine bir dalış yaptılar. Her odada hazine bulacaklarmışçasına
külotum, fanilam, kazaklarım, pantolonlarım, çarşafım, battaniyem havalarda
uçuşarak tahta zemine çakılıyorlardı.
Salonda kitaplığımdaki raflar boşaltılmıştı. Kitaplarım yerdeydi.
Başka
bir düş görüyorum sandım? Yüksek perdeden kalın bir ses:
“Anlat
bakalım?”
“Neyi?”
Der
demez suratıma bedavadan kuvvetlice bir şamar yedim. Yıldızları, kuşları,
güneşi birbirine girmiş halde görmeye başladım. Yine aynı ses:
“Bizden
kaçacağını mı sandın? Senin düşünüde yakaladık. Kodese girde gör bilmem
neyini.” Dedi.
Bunun
şube tarafı da oldu. Okşanmalar ve küfürler birbirini kovaladı. Son aşamada
yargılayıcıların önüne yemlik gibi attılar beni. Çok sevmiş olmalılar ki, suçum:
“Düşümde tehlikeli şeyler görmemmiş!”
Mahkeme
kapıları benim yolum oldu. Yıllar sonra gördüğüm suç bireysel olduğu için
delili yokmuş ama silahlı örgüt kurabilirmişimden cezamı kestiler.
Şuanda
neredeyim dersiniz? Alfabetik sıraya göre açılan bir cezaevindeyim.
Kısacası
dostlarım:
“Bizde
hukuk denilen şeycik sermayeden yana işliyor.”
Şimdi
işi çözdünüz mü?
12.01.2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder