Hüseyin
Habip Taşkın
Burada
bir köy vardı, haritada yeri belli değildi. Yanlışlıkla yolu buraya düşen
olmuşsa da pek önemi yoktu. Günün birinde köydeki insanlar öyle böyle değil
iyice hareketlenmişlerdi. O gün köyün kadınları, erkekleri, gençleri, madenci
şirketin araçlarının köylerinden geçmemesi için aşağıya doğru inen, orman içine
açılmış toprak yolun üzerinde bekliyorlardı. Meryem nine başındaki beyaz
tülbendi eline almıştı. Kınalı saçlarının dibinden beyazlar gözüküyordu. Başını
sallarken bedeni de hareket halindeydi. Yüzü hafiften koyulaşmıştı. Birden
konuşmaya başladı:
“Yüz
yıllardır köyümüzde atalarımız ormanla, toprakla, dereyle zor koşullar altında
yüzgöz olmuşlardı. Doğayı tahrip etmeden domateslerini, salatalıklarını,
biberlerini sayısız mahsullerini ekmişlerdi. Erik, armut, zeytin ve diğer
ağaçlara gözleri gibi bakmışlardı. Vay vay!”
Erdinç
amca gergindi. Ya köylüler? Dereye doğru baktı. Çocukken, gençken, şimdi de bu
derede bazen yalnız, bazen arkadaşlarıyla sayısız kez yüzmüştü. Dere köyün can
simidiydi. Başını soldaki kavak ağaçlarına çevirdi. İlk önce konuştuklarını hiç
kimse anlamadı:
“Ürünlerini
paraya çevirmek için hayvanın her iki tarafına yükledikleri büyükçe torbaları
katırlarıyla, eşekleriyle en yakın kasabaya patika yollardan, düz arazilerden
giderek ne zorlukla satmışlardı. O yılların koşulları böyleymiş. Koşullar
değişse de ne olmuş? Biz aynı köyde aynı kalmışız.”
Abidin
gençliğin vermiş olduğu girişkenliğiyle devam etti:
“Ölenleri
köyün yanı başındaki hafiften meyilli arazide bulunan çam ağaçlarının arasına
gömmüşlerdi. Baş ile ayak kısmına gelişigüzel irice ya da ince uzun taşlar
dikmişlerdi. Buraya bakınca eskilere ait mezarlık olduğu belli oluyordu Yeni
mezarlıklarda çimento ve kum daha yenilerindeyse mermer kullanılmıştı.
Mezarlıkta yatan eski, yeni kim varsa köylülerimiz kendi adları gibi hepsini
biliyordu. Bilenler arasında ben de varım. Şehre, kasabaya gidip orada yerleşik
düzenini kuranların çoğunun cenazesi köye getirilmemişti. Köydekiler gönül
koysa da bağırlarına ‘taş basıp’ susmuşlardı.”
Konuşması
bitince gözlerin kendisine çevrildiğini gördü Abidin. Yanındaki Mahir orta
yaşlarındaydı, daha evlenmeyi düşünmüyordu ama köyün yaşlıları evlen diye hep
nasihat ederlerdi. Mahir etrafına son kez bakıyormuşçasına:
“Birlikte
aldığımız kararı yaşama geçirdiğimiz için şaşkınım. Bugüne kadar devlet
kapısıyla herhangi bir işimiz olmadı. Devletinde bu köyle bir işi olmadı.”
Oysa
şimdi durum değişmişti. Altın için birçok ağaç, dere, hayvanlar yok olacağı
gibi temiz hava da olmayacaktı. İşin içine siyanürle ayrıştırma da girince her
yer zehirlenecekti. Bu yüzden kendi köyleri ve civardaki yerleşimlerin
dokularının bozulmaması için direnmenin şart olduğunun bilincine varmışlardı.
Köylüler,
jandarmanın karşılarına dikilmesine farklı yorumlarda bulunuyorlardı. Hikmet
dede başında eskimiş siyah yünden şapkasını düzeltirken:
“Ben
askere gittim. Oğlum ve torunlarım gitti. Köydekiler gitti. Görevimizi yaptık.
Şu hale bak! Doğanın canına okuyacakları koruyorlar.”
Emine
ninenin başında çağla beyaz renginde tülbendi, üzerinde solmuş, yeşilimsi, uzun
kollu kazağı ile çok renkli şalvarı vardı. Elinde ince uzun sopasıyla gözlerini
ormana çevirdi. Kuş seslerini dinledi. Dalıp gitmesi uzun sürmedi. Acaba nelere
dalmıştı? Yüzünü jandarmalara çevirdiğinde aşağıdan gelen kadınlı, erkekli
grubu gördü. Kalabalık hep bir ağızdan coşkuyla haykırıyordu:
“Siyanürlü altına hayır!”
Köylüler
de gelenleri selamlıyormuşçasına:
“Siyanürlü altına hayır!” diye karşılık verdi.
Birlikte
aynı cümleleri tekrarladılar. Komutan emir verince jandarmalar yolun ortasına
ikişerli sıra halinde dizildiler. Emine ninenin sesi duyuldu:
“Sizler
benim yavrularımsınız. Siz askerlik yaptınız da benim adamım da yaptı.
Çocuklarım ve torunlarım da yaptı. Bizler düşman değiliz. Düşman arıyorsanız,
ormanımızı öldürmeye gelenlere bir bakın! Düşman kim? Dost kim?”
Komutan
küçümseyerek Emine nineye baktı:
“Askerlik
yaptıysalar ben de yapıyorum.”
Köylüler
ve onları desteklemeye gelenler, jandarmalarla aralarında bir adım kala
durdular. Komutan ne yapacağını şaşırdı, jandarmalar da aynı durumdaydılar.
Komutan yutkundu, nasıl olduysa:
“Hepiniz
suç işliyorsunuz. Devlete karşı gelmekten hepinizi gözaltına alırım. Dağılın dağı…”
Jandarmaların
aralarından geçen köylüler, desteklemeye gelenlerle kucaklaştılar. Jandarmalar
yolun kenarına geçmiş olanları izliyordu. Komutan çaresizlikten küplere
binmişti. Jandarma eri Cem olanlara donuk gözleriyle bakıyordu. Aklına köyü
geldi. Ormanlığın içine tepeye kurulmuştu köyü. Dağın her iki tarafından
coşarak akan deresi tüm canlılara, cansızlara renk katıyordu. Derelere HES
kurulacağının haberini almıştı babasından. Köylüleri, haklarını aramak için bir
hafta önce birçok kez jandarmayla karşı karşıya gelmişlerdi. Jandarma çok sert
davranmıştı. Yine de köylüleri geri adım atmamışlardı. Aklına burada köylülere
yaptıkları geldi. O an hepten canı sıkıldı, mırıldandı:
“Şimdi
köyümde de jandarma daha kötüsünü yapıyor olmasın?”
25
Temmuz 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder