‘Bir zamanlar gençtik’ cümlesini yaşları
ilerleyen insanlar dile getirir. Bunu söylerken aynı zamanda geçmişe, takvim
yaprakları arasında kalmış yaşanmışlıklara doğru yolculuğa çıkarlar. Yaşanmışlıklar,
iz bırakan olaylar bir film şeridi gibi kişinin düşüncesinden sessizce geçer. O
an nasıl duruyorlarsa yüreklerinde hüzün rüzgârları hafiften eser ve tüm
bedeni sarar.
Benimde yaşamış olduğum birebir iz
bırakan olaylar zaman zaman davetsiz misafir gibi ansızın aklıma gelir ve beni
benden alır gider.
12 Eylül 1980 askeri darbesi öncesinde
gençtik, yaşlarımız on dört on beş on altı ve üzeriydi. Sömürüye, baskıya, zulme
karşı sosyalizmi kurma inancıyla kendimizi devrime adamıştık. Fabrikalarda,
sokakta, tarlada, evlerde, köylerde insanın var olduğu her yerde insanca yaşamı
anlatıyor, saflarımıza insanları katıyorduk.
12 Eylül 1980 Askeri Darbesiyle devrimci
avı başladı. Yakalananlar işkence tezgâhlarından geçirildiler. Kimilerinin
yaşamları sonlandırıldı. Sakat bırakılanlar oldu. Askeri ve sivil cezaevlerinde
devrimci tutsaklara işkence tüm metotlarıyla farklı uygulanıyordu. Birkaç örnek
ile belirtirsem; Diyarbakır cezaevinde aileler ve devrimci tutsaklar görüşte
Kürtçe konuştukları için cop ve kalasların hedefindeydiler. Her koğuşta işkence
seansları farklıydı. Çanakkale ve Bartın cezaevlerinde mazotlu suyun çeşmeler
aracılığıyla devrimci tutsakların olduğu koğuşlara verilmesi… Amerikalıların
Vietnam halkına yapmış olduğu kafeslerin bir benzer uygulaması Ankara Mamak
cezaevinde devrimci tutsaklar için yapılmıştı.
İdamların adım adım devreye sokulmasına,
devrimci tutsakların kaldığı koğuşlara asker ve gardiyan ordusuyla diz çöktürme,
onur kırdırma saldırılarının yapılmasına karşı devrimci tutsakların direnmeleri
elbette ki kaçınılmaz olarak gündeme gelmişti. Cezaevlerinde insanlık onuru
direnişi sürerken içimizden çıkan yazan, çizen, resim yapan, elişi becerilerini
sergileyen, saz çalıp türkü söyleyen yoldaşlarımız askeri darbeye karşı bir
direniş abidesi olarak su yüzüne çıkmışlardı.
Çanakkale Özel E Tipi Cezaevinde
kaldığım süre içerisinde bir yazar arkadaşımızın notlar aldığını fark etmiştik.
Zaman içinde bu arkadaşımızın kitabı çıkmıştı. Diğer cezaevlerinde de şairlerin
çıktığını duyuyor, onurlanıyorduk. Bir anımı paylaşarak yazıma devam edeyim.
Koğuşumuzdaki ikili ranzalar altlı üstlü
olmakla birlikte demirden yapılmışlardı. Arada az bir boşluk ve yine ikili ranza
vardı. Ranzaların bitiminde demir kapının yanı başında yemek yediğimiz masalar
duruyordu. Pencerelerin önünde diklemesine yuvarlak, aralıklı demir çubuklar takılıydı.
Demir çubukların ardı havalandırmaydı. Havalandırmamız insanlar için yeterli
değildi. Duvarları hafiften koyu grimsi bir renkteydi, içimizi
karartıyordu.
Koğuşumuzda iki tane karikatürist
arkadaşımız vardı. İkisi de çizdikleri karikatürleri Gırgır dergisine
gönderirdi. İkisinin de çizimlerinde fare ve kedi olurdu. Fare gardiyanı, kedi
ise devrimci ve adli hükümlüleri temsil ediyordu. Karikatürlerini bizlere de göstererek
fikrimizi alırlardı. Çizdiklerine baskıların, işkencelerin ortamında gülerdik. Gırgır
dergisinin takipçileri olmuştuk, arkadaşlarımıza dergi geldiğinde sıra ile
bakıyor ve yazılanları okuyorduk. Hemen hemen her sayıda gönderdikleri karikatürler
yer alıyordu.
Bir gün kapının mazgalı açıldığında
gardiyan, karikatürist arkadaşlarımızın isimlerini söyleyerek yanına çağırdı.
Arkadaşlarımız gittiğinde, bizler de kapı ağzına yığıldık. Bir terslik olursa
idareye vermeyerek direnecektik. Nedeni şuydu; kapı altına ve banyoya devrimci
tutsaklar çekilip cop ve kalaslarla dövülürlerdi. Bu dövülme olayına adli
suçtan yatanlar da dâhildir.
Gardiyan cezaevi müdürünün söylediğini
aktarırken:
“Bundan böyle fare ve kedi çizmek yasak!
Çizerseniz cezaevinden dışarı çıkamaz,” dedi. Hepimiz şaşırmıştık. Karikatürist
arkadaşlarımız gardiyanı soru yağmuruna tuttular.
“Neden?”
“Fare gardiyanları anlatıyormuş. Ankara
rahatsız olmuş. Bizlerle dalga geçiyormuşsunuz.”
Gardiyanın konuşmasından sonra kahkaha
sesleri koğuşta, koridorlarda yankılandı.
Hüseyin Habip Taşkın
18.04.2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder